31 Ocak 2011 Pazartesi

SAÇ BAŞ

"Minimal Olur Centilmenlerin Kahvaltısı" isimli bir yağlı boya çalışması.. O bıçakla keserek yemeye çalıştığı şey: karides! Bir pazar günü...

En kötü hafta sonu, şüphesiz ki maaş alacağın Pazartesi gününün önündeki hafta sonudur. Tabii ki o yüzden, cebimde kalan son parayı, hangover uyandığım bir Cumartesi günü uzuuuun bir banyo keyfinden ve John Frieda saç maskemi uyguladıktan sonra köşedeki kuaföre FÖN PARASI olarak takdim edecektim. Eveeet. Ya maskeden ya da gerçekten iyi bir kuaförün iyi bir makineyle çektiği fönden dolayı; yumuşacık ve gerçekten düzdü saçlarım. İpeksi dokunuş. You Don't Mess With Zohan çok tatlı filmdir bu arada.

Kutlu Doğum Haftam Şenlikleri kapsamında Cuma gecesi E. ile gittiğimiz Vira Vira'dan çıktık, Kuzgun'a doğru yürüyoruz. Karşı kaldırımda Serdar Ortaç minibüsünün önünde magazin kameralarına demeçler veriyor. Minibüsün kapısı açık, içinde 2-3 Rus kadını Serdar'ın aralarına yeniden katılmasını bekliyor. Serdar'ın günlük hâli bile kliplerdeki gibi... Mütemadiyen vücudunu okşayıp kulak memesini yalayan, bu sırada kameraya kısık gözleriyle bakan kadınlar... Her neyse. Görevliler, E. ile yaptığımız, alkolün de etkisiyle, "Atlayalım mı lan minibüse?" muhabbetini duymuş olacaklar ki; minibüsün otomatik kapısı öööylece kapanıveriyor.

Cumartesi'nin gelişi, Cuma gecesinden belli olurmuş. Dolayısıyla Cumartesi gününün ne kadar domestik ve sağlıklı geçtiğini anlamak için bkz. ilk paragraf. Ev arkadaşımın yaptığı nefis + mis kokulu yumurtaları pas geçersem, haksızlık etmiş olurum. Bu arada reçel ve beyaz peynirin zıtlıklardan yakalanan uyumunu şu hayattaki 25. yılımda öğrendim. Bronz yıl. Whatever...

Zenginli filmlere olan düşkünlüğümü bilen T., bana King's Speech filmini verdi. İşte Cumartesi gecem böyle tatlı, böyle naif geçti. Çok özür dilerim; ama Colin Firth gözümde hep Brijit Conz'un Marc Darcy'si, efendime söyleyeyim Love Actually'nin romantik yazarı olduğundan, benim sığ sinema anlayışım onu böyle, kendisini Oskar'a koşturacak bir rolde görmeye hazır değildi. Afferin Colin Firth! Seninle gurur duyuyorum. Bu arada bir başka gün, bir başka zenginli film olan "I Am Love"dan bahsetmek isterim.

Haftamız çok güzel geçsin...

24 Ocak 2011 Pazartesi

ALFA

Geçtiğimiz hafta içi, evde, akşamları birer birayı, bira kalmamışsa viskiyi eşlik eden hafif bir tatlı huzur çok görülmüş olacak ki; 1 ay içerisinde ikinci kez antibiyotiğe başlayarak kendi çapımda medikal bir rekor kırmış bulunmaktayım. Geçtiğimiz Perşembe sabahı "sızlama, gereğinden fazla hassasiyet" şikayetiyle gittiğim diş hekimi VE "Gel gel sana ne göstericem. Sence çürük mü bu?" cümlesiyle destek için çağırdığı meslektaşı nasıl dürttüyse o sivri sivri aletlerle 20'liğimin üstündeki pofuduk et parçasını; Cuma sabahı ağzımı açamaz, gülemez, yoğurt harici gıdaları öğütemez hâldeydim.

Neyse. Hafta sonunun Ankara'ya denk gelmesi, eşsiz lezzetteki anne yemekleri derken, ben nasıl olsa geçer / ufak bir örselenmişliktir diyerek antibiyotiklerden uzak durdum. Ama bak, sonunda seve seve, başladım.

Şimdiyse alayına isyan, hayata karşı bir nefret, asgari seviyede tahammül ve insan sevgisi, azami seviyede sinir harbi mevcut... Öğle yemeğinde, kahvaltıda büyük büyük sandviçler yiyen insanlar gördüğümde, "Bu insanlar o sandviçleri nasıl yiyor acaba?" diye düşünür oldum. Yemek yeme algılarım değişti. Eve erken geldim, bir çorba yaptım. İçmeye korktum. Sonra 2 ağrı kesici, akşam yemeğini yuttum. Ağrı şimdilik geçti gibi. Coşmasın diye fırçalamaya korkuyorum.

Bunu da niçin yazdığım hakkında en ufak bir fikrim yok. Yani aslında... Bir önceki yazı 1 hafta önce yazılmış. Çok boşluk olmasın diye yazıverdim. Her zamanki gibi çok mühim tespitlerimle yine karşınızda olacağım.

Her şeyin başı sağlık.


18 Ocak 2011 Salı

WHITE TEETH


Bu fotoğrafı niçin koydum? Çünkü açım ve bakmak iyi geliyor. Ne mutlu ki akşama nefis bir balık menüm var; manzaralı, mini mini kalamarlı, güveçte karidesli. Ama telefonumdaki -iştahımı açacak tek görsel bu. Nefis Bolonez, özenip de kurduğum masa; yılbaşı öncesi...

Annemin gazına gelip bir dalgınlık anımda saçlarıma attırdığım gölgelerin varlığından o denli tiksinmeye başlamıştım ki; kendimi Migros'un kozmetik reyonuna attım. Hayatımda kimseyi o hazır boyalarla saçlarını boyarken görmemişim, renkler hakkında en ufak bilgim yok. Kendi saçıma benzesin diye elim en koyusuna gitti, nasıl yapılacağını da reyonda hâlihazırda kızıl saçlarına şampuan seçmekte olan 63 yaşlarında bir arkadaşa sordum. Allahtan duruma el koydu da üniversite birinci sınıfa giden asi rakçı kıza dönüşmekten son anda kurtuldum. Zira boyaların rengi kutuda gösterilenden daha koyu çıkıyormuş. Falan filan. Teyze beni, başaracağıma inanmaz gözlerle uğurladı.

Eve girince kendimi kadın bloglarına adadım. Hepsi çocuklarından, yaptıkları cupcake'lerden, böreklerden, otlu poğaçalardan, ayakkabılardan, ördükleri kaşkollardan, balkonlarındaki minik saksıya ektikleri kiraz domateslerle yaratmaya çalıştıkları organik alanlardan sayfalarca, zilyonlarca bahsetmiş olmalarına rağmen; bir kişinin bile çıkıp hazır saç boyası kullanımından bahsetmemesi gözlerimi yaşarttı. Anladım ki gerçekten varlıklı bir ülkeyiz ve hiç kimsenin evde saç boyama gibi paçozluklarla işi yok.

Dedim ki, ev arkadaşım eğitim seviyesi bakımından Türkiye'nin yüzde sıfır nokta sıfır 1'lik bir dilime ait; herhalde saçımı da boyamayı başarır. Sağ olsun gözümü kara çıkartmadı, üzerimde tüm hünerlerini sergiledi. Havluma bir damla boya damlatmadan, boyanın 1 damlasını ziyan etmeden beni baştan yarattı.

Güzelce saçlarımı yıkadım çıktım, saçlarım havluda. Hazır, banyoda cilt gözeneklerim açılmış, bir de yüz maskesi patlattım mı tamamdır. Bilgisayarın karşısında Ayşen Gruda misali oturuyorum. Bir yandan bir şeyler izliyor, bir yandan soğuk biramı yudumluyorum. Evin ortasında, sırtımda birbirine eklenmiş poşetlerden tasarladığım önlüğümle saçlarım boyanırken nasıl Canım Ailem'in Meliha'sıysam, yeşil yüz maskem ve buz gibi hafif alkollü içeceğimle bilgisayarımı kurcalarken o kadar Bihter'im. O kadar!





17 Ocak 2011 Pazartesi

KOLİBANDI


Kafamda birtakım şeyler vardı yazmak için hapsettiğim; lakin fazla beklemiş olacaklar ki şimdi yerlerinde yeller esiyor. Oysaki Muhteşem Yüzyıl'dan bahsetmeyi çok isterdim. Previously On Jelatin: zenginli dizileri nasıl da su içer gibi izlediğimi, o charm'ın içerisinde kaybolduğumu, o zenginlik sırasında göze batan birtakım paçozluklardan nassssıl delice zevk aldığımı bilirsiniz. Belki eski okurumsunuz ve şu an az buçuk hızlı okuma yeteneğine & az buçuk dilbilgisi hakimiyetine, ortaokulda okuduğum V.C Andrews romanları ve şişirilmiş Osmanlı biyografileri sayesinde sahip olmama filan vâkıfsınız. Her neyse. Ben ki, o egzotik hamam tasvirlerini, kızgın demirle forma sokulmuş mükemmel buklelere serpilen altın tozlarını, ipek kumaştan esvapları filan ağzımın suları -kelime anlamıyla- akarak okumuş, ara vermeden bir diğerine geçmiştim. Dolayısıyla, daha iyi çekim teknikleri, özel kasalarla sete getirilen mücevherler, her zamankindan daha sinsi / daha güçlü bir Firdevs Yöreoğlu ve İtalyan asıllı bir Okan Yalabık için illaki televizyon karşısına geçecektim.

Bu şanlı girizgâhtan sonra, Muhteşem Yüzyıl, devlet meseleleri hayli sıkıcı olduğu için kimi kısımları atlanan, aşklı meşkli sahnelerine odaklanılan bir eğlencelik, benim için... 2 haftadır, Perşembe sabahları tüm ofis insanlarına sanki öylesine bir şeymiş, laf olsunmuş gibi sorduğum, ama aslında izleyen biri bulduğumda içimden uğruna sevinç çığlıkları attığım bir görsel şölen. Tombalak Hürrem'in dans gösterisini izlerken ağzımın istemsizce kahkaha atacakmışçasına şekillendiği, bana paçoz bir Türk moda/makyaj blogu geziyormuşum sinsiliğini katan bir hazine!

Tarihi hatalar, Vatikan'da İtalyanca konuştuğu açıkça belli olan koca koca adamlara niyeyse kırık bir Türkçeyle dublaj yapılması, o dönemde ışıl ışıl lipgloss'ların NE ARADIĞI? filan... Umrumda değil. Daha çok, daha çok dans etsin Hürrem... Aliye'de büründüğü HOLDİNG SAHİBİ, sert mizaçlı, TUTKULU AŞIK kostümünden o gün bu gündür çıkamayan Halit Ergenç, Okan Yalabık'a, Dumkof Halis'e seslenirken her geçen gün biraz daha OnurBey'leşsin, biz Şehrazat'ı analım, vs. Aman Çarşambalar bitmesin, bu adı tam konulamayan paçozluk sarsın 4 bir yanımı. Teşekkürler.

4 Ocak 2011 Salı

ESKİDEN, "HU USULÜ BİR TAVSİYE YAZISI" SERİSİ YAPARDIM, ARTIK YAPMAM.


Normal ev kadınları kaç güne bir temizlik yapıyor? diye mühim bir soruyla başlamak istiyorum bu kıymetli satırlarıma sevgili okurum. Ben bu geçtiğimiz Pazar değil (yani dünden önceki Pazar olmayan Pazar), geçen Pazar hummalı bir temizliğe giriştim evde. Az önce baktım, birtakım toz bulutları, birtakım saç tellerine bulanmış; özgürce salınıyor. Tamam 1.5 hafta yeterli bir periyod, dip bucak girişmek için. Ancak her gün ortalama 3 saat takıldığım evin kendi kendine toz topçukları üretmesi beni gerçekten çılgına çeviriyor! (Aynı zamanda dizi senaristiyim ben, altyazı çevirme uzmanıyım, divxplanet gönüllüsüyüm... çılgına çevirmek filan.. Kullanırım) Her neyse. Zaten toz topçuğu filan ne kardeşim? Biz, ona yonsun ya da zibil deriz. Ev arkadaşım ilk duyduğunda, "Nee?" demişti. Ondandır böyle kıt kıt kırılmam... Bundan böyle o toz bulutlarından / topçuklarından "yonsun" diye bahsedeceğim. Mersinish.

Temizlik yapmaya da, şaşırtıcı bir şekilde, BU EVDE, kesinlikle üşenmiyorum. Önceleri, yeni ev, yeni heyecanlar filan sandım; ama baktım durum böyle gidiyor. Böyle mutluyum. Bir de evi temizlemesi gerçekten kolay. Gittim kendime Bimeks'ten mis gibi tek parça BlueHouse marka elektrik süpürgesi aldım, komik bi' fiyata. Eğer kem ve hayli Türkan Şoray gözlerim nazar etmezse canavar gibi çekiyor yonsunları, saçları filan. Ardından da 2 su yerleri Domestos'lu suyla sildim mi, eldivenleri takıp lavaboya / klozete Cif Krem / Domestos ikilisiyle daldım mı; benden güzeli yok. Banyo aynasını da eski Penguen, Uykusuz yapraklarıyla siliyorum. (Merhaba ben Kapıcı Cafer!) Ama işte böyle 1 hafta sonra yerde çer çöp gördüm mü deliriyorum. Nerede benim bilimsel aklım?*

Hayır benim çilekeş anam, 2 güne bir, misafir geldiyse her gün, şöyle bir çekip çevirirdi evi de; ben onu kendi annemin manyaklığı sanıyordum. Haklıymış kadın. Eğer tüm ev kadınları öyle takılmıyorsa... Ellerinden yemek yenmez, onu söyleyeyim.

Zaten kadın milletini anlamak güç, bunu en son Pazar günü tesadüfen dahil olduğum Zara İndirim Festivali'nde anladım. Ayıptır söylemesi, geçen hafta kendime Zara'dan pek güzel bir elbise almıştım. 31 Aralık tarihinde ilk kez giydim, iş yerinde kolundaki tuhaf sökükle göz göze gelmem bir oldu. Pazar günü de indirime gireceğini biliyorum, dedim bedeni kalmaz filan, kalktım kendimi Akmerkez yollarına vurdum. Saat Pazar sabahının 11.00'i. Mağaza açılmış 10.00'da! Aman bacılar, ne ara kalktınız da geldiniz, ne ara afyonunuz patladı da tüm rafları yere indirme gücüne gark oldunuz?! Pazar sabahı Bir Dost, o kadınları telefonla tek tek arasa, "Hanım! Hanım! Kocan şu an bilmem nerede âlem yapıyor! Sen hâlâ sucuklu yumurta, gazete ekleri derdindesin!" dese, biri bile kılını kıpırdatıp pijamasını çıkarmaya yeltenmez. Ben de huzuru gittim Zara Home'da buldum. Bir mis kokulu el kremi, 1 bölmeli takı kutusu, 2 de el havlusu kaptım; Starbucks'a kuruldum. 3 saat boyunca Umut Sarıkaya okudum.

Şampanyadan filan bahsedip böyle Domestos'lu, yonsun'lu bir kompozisyon yazmam biraz karizmayı çizdirdiyse de... Sağlık olsun.




(*) Nerede benim bilimsel aklım?:
Pınar Kür'ün Yarın Yarın adlı romanında, ana karakter Seyda tarafından sarf edilen bir replik. Seydacığımız seneler senesi çılgın akademik kariyerler yapmış, ancak zengin kocayı bulunca GPA, CGPA salmış, kendini evinin kadını olmaya adamış ve pişman olduktan sonra "Nerede benim bilimsel aklım?" diye söylene söylene kendini yemiş bitirmiş bir ablamız.

DARK AMBER

Sordu, "Kim bu romantik serseri?"

Televizyondan hunharca dizi izlediğim günleri gözyaşlarıyla geride bıraktım. Sebep? Ne yazık ki o ağır aksak hâller, yanlış anlaşılmalar, fonda birbirinin aynı müzikler eşliğinde Boğaz manzarasına dalıp gitmeler filan... Artık ruhumu sıktı. Zaten çok uzun zamandır fakirli dizileri de izleyemiyorum. Aşk Yakar'ın sadece Astoria'nın loftunda çekilmiş Ece Sükan'lı kısımlarını izlediğim gibi, Aşk-ı Memnu'nun "Laz balıkçı"lı sahnelerinde de mütemadiyen kendime kola almaya, efendime söyleyeyim şampanya kadehine maden suyu doldurmaya filan mutfağa gitmiştim. Öyle Bir Geçer Zaman Ki'nin tek ilgimi çeken yanı Aylin'li Soner'li sahnelerdi; o da sarpa sardı. Hayırlısı.

Bi' de bizde "dizi soundtrack"i kültürü bir türlü oluşamadı. Bak hükümet gibi dizi Nip / Tuck'a, o diziden en az 5 CD çıkar. Yahu bitli Lost'ta bile 3-5 FARKLI şarkı kazınmıştır beynimize! (Yu'oool Evribadi!) Oysa şaşkın S.inem Kobal'ın ne zaman bi' tarafı tutuşsa, fondan basıyorlar: "KAAAA-L HEP AYAK-TA KAAAL!" Çok salaksınız. Neyse. Küçük Sırlar'ın tek iyi yanı, zenginli dizi olması. İçer gibi izliyorum.

Dolayısıyla artık DiziPort benim favori televizyon kanalım. Kâh Fatmagül'ün Suçu Ne? kâh Fringe takılıyorum. Bu arada Fringe, Lost'tan kesinlikle daha güzel bir dizi; ancak sanırım memeli kadın kontenjanı kısıtlı olduğu için Amerikanya seyircisi kendini verememiş. Cuma'ya almışlar. Bundan dolayı Hanımın Çiftliği'ne benzer gözle bakmalı mıyız, bilmiyorum.

Akşam eve geldim, ev arkadaşım yok. Antibiyotiğe başladım, dolayısıyla ne arkadaşıma aldığım ancak 31 Aralık'ta hediyeleşemediğim için bir türlü veremediğimden dayanamayıp 2 kadeh içtiğim viskiyle, ne de yine yılbaşında alıp soğuk olmaması sebebiyle keyfini süremediğim şampanya şişesiyle teşrikimesai kurabildim. Şampanya dediysem, aklınıza bir Moet gelmesin. Ha, Moet de içiyorum yeri geldiğinde. Neyse, özenip almışız bir şişe Kavaklıdere Altın Köpük. Zaten babamın sözü var; nişanımda bir Moet açmaya... Dolayısıyla ben de vurdum kendimi portakala, antibiyotiğe, maden suyuna. 3 bölüm Californication izledim.

Fakirli dizi izleyemememin yanı sıra, sanırım ben California'lı dizi de izleyemiyorum. Hatta Sex and The City'nin bile en ısınamadığım bölümleri Los Angeles'ta çekilmiş olanlarıdır. Bi' de ortamın güneşinin san'at'a olan etkisinden midir nedir, dayamış yönetmen sarı ışığı. Bizimkiler de aynı şeyi Mardin'li, Kapadokya'lı dizilerde yapıyor. Onları da izlemiyorum. Asmalı Konak'ın en sevdiğim bölümü, New York'lu ilk bölümüdür. Keşke New Yorker Nurgül'ün taşraya alışma çabalarından çok, karakaşlı Özcan Deniz'in New York'a alışma çabalarını izleseydik. Neyse. Ben New York'a taşınacağım bu arada. Hayırlısı.

3 Ocak 2011 Pazartesi

BS

3 Ocak 2011, Mersin'in Kurtuluşu. 5 Ocak ise Adana'nın. Adana'yı kurtarmak 2 gün mü sürmüş, yoksa arada 1 gün dinlenmişler mi sahilde? Bilmiyorum.
Şunu biliyorum; her şey yerli yerinde, her şey olması gerektiği gibi.

Yılbaşı heyecanına dair her şey, 31 Aralık'tan 1-2 gün önce hastası olduğumuz bir televizyon kanalının yılbaşı partisiyle başladı. Tampon tampona trafikte 1 saat süren yolculuktan sonra, taşı kemirecek açlıkta, ortada duran ispirtolu sangria'yı kafaya dikecek susuzluktaydım. Şarkılar, türküler, kapı önü sigarası vs. Orayı bitirip, kendimizi E. ile Akaretler'de W Otel'in barında bilmem ne reklam partisinde bulduğumuzda saat daha 8 filandı. İşte tam olan neyin, hangi kurumun partisi olduğunu bilmiyorum; ama ikramlar lezizdi. İçkiler de tabii ki nefis. E. beğenmedi; ama ortamın sakin olması, depresif bedenimi yerleştirebileceğim birer bar sandalyemizin bulunması, kibar / efendi barmenler vs. benim memnun olmama yeten kriterler.

Neyse ben erkenden kaçtım, uyudum. Ertesi gün önce babamla bir öğle yemeğinde, derken katta şampanyalarla, ardından tüm binada bira ve şaraplarla başlayan pre-kutlama, kendimizi 5'te ofisten dışarı atmamızla sona erdi. Ah, bilir misiniz bilmem, ama insan azıcık alkollüyken nasıl kolay hediye seçiveriyor! Bomboş ellerim ve dağınık saçlarımla girdiğim alışveriş merkezinde, 20 dk sonra tam bir Paris Hilton'um, Seren Serengil'im.

Nihayet yılbaşı sabahında, haftalardır yattığım gaflet uykusundan uyanmaya karar verip, kendimi önce bir güzellik salonuna, ardından bir kuaföre attım. Fönlendim. O gazla işleri erkenden bitirip Kuruçeşme'ye yuvarlandık. Akşam 6'ya kadar Aşk Kafe'de şaraplandık. Hava soğuktu; ama ayaklarım sıcak. Sigaralar taze, şaraplar buz.

Eve anlık bir giriş yapıp, sevgili ev arkadaşımla kutlaştıktan / hediyeleştikten sonra Kanyon'a uçtum. Üniversiteden 3 kişiyle sakin bir akşam yemeğinden sonra, içlerinden bir tanesinin evine yürüdük. Azıcık televizyon, biraz çekirdek, birazcık pokerden sonra, saat tam 23.40'ta, beklenen kapı zili çaldı. Nefesimi tuttum, nefes verdim. 31 Aralık gecesi saat 23.40'ta, 2010 sona erdi ve 2011 başladı.

Hadi bakalım.