27 Nisan 2011 Çarşamba


Ben '86'lıyım, annem '62'li...

Bazen anlatır, genç kızlık dönemlerinde Leydi Di ve Prens Charles'ın evliliklerinin nasıl olay yarattığını, Leydi Di'nin gelin çiçeğinin nasıl dönemin "buket" modasına yön verdiğini, Diana ve Ajda Pekkan'nın kıyafetlerinin birebir modelini nasıl kız kardeşleriyle beraber diktirdiklerini... Hatta Diana'nın kuzu motifli kazağını nasıl ressam teyzemin birebir kopyaladığı, ardından onu ördükleri filan...

Yıl 2011, annem ve kız kardeşlerinin, Diana & Prens Charles dedikoduları yaptığı hâlinden 3-4 yıl yaşlıyım. Kate Middleton ve Prens William'ın düğünlerini konuşuyoruz. . Kate Middleton şöyle prenseslik dersleri almış, düğünde şunlar ikram edilecekmiş, Prens William zevcesine şunu şunu takmış...

Bugün aklıma geldi de; nasıl bir döngü... Belki bundan bi' 25-30 sene sonra, benim kızım, arkadaşlarıyla kahve sigara keyfi yaparken bu çiftin çocuklarının düğününü sohbete meze yapacak.

Dünyanın en mühim testiplerinden biriyle yine karşınızdaydım, sevgili okurlarım.

Kendinize çok iyi bakın.

Bu arada yıllardır kendime sorarım:
Bu İngiliz Kraliyet Ailesi'nin soyadı ne?

25 Nisan 2011 Pazartesi

A SINGLE MAN VE BAŞKA ŞEYLER


En sonunda eve buz kırma makinesi alacağım, o olacak. Gerçi bu işi biraz rahatlattım denebilir... Evvelinde, buzları bir buzdolabı poşetinin içine dolduruyor ve mutfaktaki kolona, "Salla salla, vur duvara!" kayıtsızlığında, geçiriyordum. Tabii ki bazı buz küpleri tam anlamıyla bölünmüyor, dolayısıyla Martini keyfim çok da istediğim gibi olmuyordu. Ne mutlu ki benim gibi saçma insanların da zeki arkadaşlar olabiliyor. E., mutfak tezgâhının üzerinde gerekli darbeyi yapabileceğimi anlattı. Artık tezgâha ikiye katladığım havluyu seriyor, buz küpleriyle dolu poşete bu havlunun üzerinde sürahiyle darbeler indiriyorum. Şu anda sağ yanımda Martini kadehimle sanki Ritz Carlton Floransa'da keyif çatan Bond kızıyım, adeta!

En sonunda A Single Man'i izlemiş bulundum. Çok affedersiniz, ben bu filmi bildiğin Tom Ford'un gençliği, kariyerine başlangıcı filan sanıyordum. Cehaletin bedeli... Hatta bildiğin, bir müddet, Colin Firth elinde kara kalem, tasarlamaya başlayacak, önümüzden geçen kostümlere iç geçireceğiz filan sanıyordum. Gerçekten çok utanıyorum; ancak bunu da saklayacak değilim şu an.

Nitekim, filmin bir Tom Ford biyografisi olmadığını anladığım anda, kafayı sempatik mavi gözlü erkek öğrenciye taktım. Bir yerden tanıyor olmalıydım. Tahminlerim ne mutlu ki doğru çıktı! Kendisi, ahh o çok sevdiğim, About A Boy'daki çocuk, Marcus'tu. Onun adına çok sevindim. Çünkü, bilirsiniz (ulusal kanal dublajı tonlaması var bu kelimede!); çocukluğunda sempatik, şirin olan insancıklar, ergenlikle beraber hayalkırıklıklarına sebebiyet veren ifadelere bürünürler. (Bkz. Macaulay Culkin..) Ancak Nicolas Hoult, yani işte zamanında About A Boy'da oynamış olan çocuk, gerçekten, pırıl pırıl, güzel bir insan olmuş. Pırıl pırıl, kelime anlamıyla. Parlak...

Ayrıca Match Point'teki güzel adam da burada! Güzel adam dediğim, tabii ki paçoz tenis hocası değil.. Köklü ve zengin bir aileden gelen abi-kardeşin, "abi" olanı. Kendisini uzun zamandır beyazperdede göremiyordum... Matthew Goode... Bu ismi hafızanıza iyi kazıyın hanımlar beyler; zira adını daha çoook duyacakmışız gibi duruyor. ;) Hehehhe. Tabii ki burada da hayli Hıncal Uluç'um.

Bu arada Julianne Moore hakkında da iki çift lafım var. Gerçekten, Julianne Moore'u hayatım boyunca hiç sevemedim. Kids Are All Right'ta da sevmemiştim, önceki kepazeliklerinde de.. Ağzı pek kapanmayan, dolayısıyla sürekli "şaşkın" bir ifade veren kadınlardan hazzetmem. Biraz, aval durduklarını düşünürüm.

Sevgiler,

NASIL OLUYOR DA . . .

Merhaba, benim adım ters ışık.

Dedim ya, Nicole Kidman'lı Aaron Eckhart'lı Rabbit Hole'u izledim diye. Bir insan bunu kendine niçin yapar anlamadım. Nicole Kidman'dan söz ediyorum. Tamam bu tür pembe beyaz kadınların gerçekten harika bir şekilde yaşlanmadığını biliyoruz zaten de... Yani koca koca oyunculukların çarpıştığı Hollywood gibi bir yerde, niçin ifadeni alt üst eden "botoks" gibi bir uygulamayla yıllara meydan okumaya çalışıyorsun? Nasıl bir insan, kendisini Bridget Jones rolü için 30 kilo almış Renée Zellweger ile Meg Ryan arası bir ifadeye sıkıştırmak isteyebilir? Nasıl bir insan kendisini Kanyon GINA'da yemek yiyen orta yaş üstü kadınlara benzetmek için para harcayabilir?

İşin tuhaf ve de acıklı yanı ise şu sanırım; gerçekten Los Angeles'ın göbeğinde, refah ve plastik cerrahi teknolojisinin orta yerinde, şöyle kırışıklıkları adam gibi toparlayacak bir teknoloji yok demek ki... Yani Nicole Kidman da olsan, yapıp yaptırabileceğin botoks, Kuşum Aydın'ın kendisine yaptırdığı ile aynı!

Çok üzgünüm.

24 Nisan 2011 Pazar

GO!


Previously On Jelatin: Burada.

Evi ilaçlayıp kapattıktan sonra, birkaç saatliğine kendimi oyalayacak bir şeyler bulmak için Kanyon'a gittim. Rabbit Hole'a bir bilet. En yakın seans 1.5 saat sonra. Olsuuun, ben kendimi eğlendirecek bir şeyler bulurum.

Biraz mağazalarda oyalandım, derken kendimi D&R'a attım. A Single Man 9.90TL. Aaron Echeart'ın oyunculuğunda Love Happens adlı muhtemelen çok saçma bir romantik komedi filmi, 6.90TL. Bir adet, film başlayana kadar okurum kitabı: Aramızdaki En Kısa Mesafe - Barış Bıçakçı.


Kahveler içildi, vs. Rabbit Hole başladı. Yine Aaron Eckhart vardı. Kendimi iyice ergen, sivilceli ve şişko bir kız gibi hissediyorum şu an. İnanmalısın ki sevgili okur, bunun sadece Love Happens adlı ucuz DVD'yi alma kısmı kasıtlı ve bilinçliydi. Diğer her şey birer tesadüf.

Tövbe tövbe, Nicole Kidman seni hiç sevmiyorum ya!

Şimdi marketten soğan ve çarliston alayım da bolonez yapayım.
Başlasın Pazar akşamı.
Derken Love Happens izlerken hülyalara dalarım.

NELER OLDU?

Beğeniyoruz.

"Bundan böyle buraya her gün yazı gireceğim!" dedikten sonra 3 gün kayıplara karışmak tam benlik bir hareketti, kendimi seviyorum. Ama Cuma günü inanılmaz baş ağrılarımdan yakındığımda ofisten Sercan, durumu "Merkür.." üzerinden açıklamaya çalışırken, kendisini daha ciddiye almalıydım diye düşünüyorum.

Cuma akşamı iş çıkışı D. ve S. ile birer biralandık, evlere dağıldık. Gün boyu çok yorulduğumdan mıdır, başağrımdan mı, kolumu kaldıracak hâlim yoktu. O YÜZDEN BLOG YAZAMADIM CİCİŞLEEEEERRRR !!! !LÜTFEN BANA KIZMAYIIIIIIN :(((((( Eve geldim. Biraz çekirdek çitledim. Belki 1-2 grisini yedim. Veee böylece kalbimdeki Aaron Eckhart Hafta Sonu, Beypazarı Maden Suları Sponsorluğunda, başlamış oldu. Yatmadan evvel bir adet, "Conversation(s) with Other Women" izledim, çok memnun kaldım.

Cumartesi sabahı... Saat 06.10 suları. Ne oldu, içimden ne geçti, neye kıllandım bilmiyorum; gözlerimi açtım. Sevgili dostlar, belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz. Benim gözlerim 7.5 miyop! Yani gözlüklerim ve lenslerim olmadan, bir nevi körüm. Yıllarca pencerenin yanındaki sokak lambasının yaydığı beyaz ve yuvarlak ışığı dolunay sanmışlığım filan var. Neyse...

Gözlerimi açtım. Kolumun üzerinde, bir adet hamam böceği, bana bakıyor. Bıyıklarını bana doğru dikmiş! Sıçradım kalktım. Böcek yoktu. Kim bilir nereye sıçramıştı. Silkelendim. VE BİNGO! Hamamböceği, yatağımın üzerindeydi. Neyse kendisini bir müddet daha odanın içinde aradık. Geçen haftanın Uykusuz'u ile ezmeye çalıştık. Domestos sprey'le derinlemesine nüfuz ettik. Kaldırdık attık derken... Tüm soğukkanlılığımla devasa hamamböceğini öldüren ben, 3.5 saatlik bir titreme seansına girmiş bulundum. Ağladım ağlayacağım, Kafka'dan söz ediyorum... Uyumuşum.

Aaron Eckhart'la başladığım bu yazıya aynı zamanda talihsiz hamamböceği serüvenimden söz etmek pek hoş olmadı sanki... Ama... O neydi yahu öyle?! Eğer aranızda Mersinli, Adanalı varsa, anlatmaya çalıştığım o hamamböcek cinsini / boyutunu çok iyi bilir. Mersin'in hamamböcekleri farklıdır. Ben o hamamböceklerini 14 yaşındayken terk ettim; 25'imde İstanbul'daki nezih dairemde yeniden kavuştum. Falan filan.

Kalktığımda ilk iş, tabii ki, hamamböcekleri hakkında herrrrrrrrr şeyi okumak, evi baştan aşağı süpürüp Domestos'lu sularla silmek > Mutfakta tek bir kırıntı dahi bırakmamaya yemin etmek ve tüm giderlere Domestos boca etmek oldu. Açlıktan ve yorgunluktan bayılmak üzereyken Migros'tan Detan Böcekkıran aldım geldim. Her yere bu muhteşem ilaçtan boca ettim. Kapıyı çektiğim gibi kendimi lüks ve şaşaa'nın, rüzgar ve granitlerin, parfüm kokusu ve ışıltının mekânı, KANYON'a attım.

Bana gizemli bir hava katan trençkotum ve asil havamla, hiç de evinde hamamböceği çıkmış birisi gibi değildim.

21 Nisan 2011 Perşembe

SÜR



Şimdi şöyle bir karar aldım.



Buraya her gün yeni yazı ekleyeceğim. Buraya yazı yazmak için bir şeyler olmasını beklemeyeceğim. Zaten şu aralar hayatımda olan şeyler kısıtlı, bunların da buraya anlatacağım kısmı anca işte marulda gezen böcekler filan...



Başlıyoruz. 1. 2. 3.

YOĞARTIK




Yurt dışı kaşınması diye bir şey yaşıyorum. Bayağı bildiğin, ben de pasaport kontrolünden geçmeeeek, geçtikten sonra kendini "çıkmış" hissetmeeeek, indiğin havaalanındaki gümrük çalışanlarından tüm ülkeye değer biçmek istiyorum.





30 Mayıs'ta 1 senelik Şengen'im bitiyor. Lakin param yok. Geçen sene 19 Mayıs'ta İtalya'da çılgın atmıştım ben. Offffff, çok güzeldim.





Gün gelir, Roma'nın havasından suyundan bahsetmek isterim. Nasıl sabah Roma suyuyla yıkadığınız saçın, Roma havasıyla kuruyup, müthiş bir forma girdiğini anlatmak isterim.





Ama kim bilir ne zaman...



Para lazım.



Paranın ne önemi var diyenin gözü çıksın.

20 Nisan 2011 Çarşamba

DÖK

"O kadar McDonalds yersen yorgun olursun tabii!" demiş Adsız yorumcu. Bilmez ki böyle bir cümle bile benim zihnimde "Pis şişkooo!" cümlelerinin neonlarla yanıp sönmesine yeter de artar bile. Oysa günaşırı pilates yapıyorum ben! Şişko değilim. Çok güzelim.

McDonalds yemeyeyim, sağlık bir şeyler yiyeyim derken, 3 köfte pişirdim, dünden bulgur pilavı vardı, bir de salata patlattım mı... Daha dün bizim Migros'tan satın aldığım yepyeni marulların içinde mini mini böcekler gezinmesi kadar irrite edici başka ne var bilmiyorum. (Sanırım bi' de küf?!) Ben bir göbek marulu çöpe atacakken tam, ev arkadaşım, "Demek ki ilaçsızmış marul? Boşver yıka, geçer." dedi. Ben de marulun üzerine Domestos spreyden biraz sıktım ve 5dk beklettim. Tekrar baktığımda böceklerin kökü kurumuştu.



Şaka şaka. Şu son Domestoslu cümleyi sırf ev arkadaşım okusun da irkilsin diye yazdım. Tabii ki Domestos'la filan temizlemedim marulları. (Ama aklımdan geçirmedim değil?) Eski kadınlar ne yapıyorlardı acaba? Çamaşır suyunda bekletmediklerine göre, herhalde sirke muhabbeti bu tür tuhaf marul haşereler için. Bilemiyorum. Marulun hayli sinsi bir sebze olduğunu düşünüyorum. Dışarıdan taze, ıslak ve yeşil görünüyor; ancak bir "eve geldim 1000 tane!" durumu bunda da mevcut ne yazık ki... Bir marul alıyorsun, tam salata yapacakken içinde davetsiz gezinen mini böceklerle karşı karşıyasın. Ki böceklerin de gezindiği yok aslında, öylece duruyorlar.

İşin kötü yanı, dün bir kısmını yedimiz marulda, böceklerin boyutu 1mm ise, bugün bildiğin 3mm idi! Ve rengi de biraz açık kahverengiden yeşile dönmüştü. Durduğu yerde ne ile beslendiğini anlayamadım. Marulun üzerinde yaşayıp marulla besleniyorsa çok acıklı.

Neyse... Aklıma geldi, bugün öylesine durmuş sigara içerken, ben Kaybedenler Kulübü'nden bahsetmedim burada. Ay tabii ki, bilmem kim şöyle oynamış, bilmem kim nasıl döktürmüş! diyerek sinema eleştirmenliğine soyunacak değilim. Zaten sığ sinema kültürüm buna izin vermez. İkincisi, çevremde 3bin tane sinemacı, filmci olunca sinema kritikleri hakkında daha da sığ ve zevzekçe fikirlerim var diyebilirim. En sevdiğim film, hâlâ En İyi Arkadaşım Evleniyor. En sevdiğim ikinci film ise hâlâ Şeytanın Avukatı.

Neyse, bi' kere Kaybedenler Kulübü'nü izledikten sonra Nejat İşler'in prensip olarak pek banyo yapmadığına ikna oldum diyebilirim. Ama yine seviyoruz yine seviyoruz. Filmi izledikten sonra, E.'ye, "Serra Yılmaz çok iyi değil miydi ya?" dedim. "E herkes de ona bi' çok iyi oynuyor der, ama kadın hep aynı be!" dedi. Böylece 40 yılda bir ciddi insanlar için döktürdüğüm "Çok iyi oyuncu yaa!" tezi de dakikasında çürümüş oldu. Dolayısıyla en sevdiğim oıyuncu da hâlâ Beren Saat. (Ciddiyim bu konuda!)

Diyeceğim o ki, Kaybedenler Kulübü'nü ÇOK SEVDİM BE! Hani nasıl derler, izlerken içimi bir mutluluk kapladı. İçimde bir gençlik ateşi parladı. Tamam genciz zaten şudur budur da... Çok güzel şeyler yapabiliriz hissi uyandı içimde. Kendimi bir kulübe ait hissettim. Üstelik o kulübün kaybedenlerden oluştuğunu filan da düşünmedim. Ciddi anlamda, güzel insanların kulübü gibi geldi o bana. Bilemiyorum.

Pargalı başlasa da izlesem.

13 Nisan 2011 Çarşamba

YA SONRA?

Özcan Deniz'in Ya Sonra filmini izlediniz mi? Ben izlemedim. Ama herhalde her sinema öncesi 20 kez filan fragmanını izledim. Her seferinde de, bu Korkunç Saç Parade gözüme takıldı. İşte sadece fragmandan kırptığım saç modelleri... Filmde daha ne cevherler gizli, Allah bilir.


TIKLA BÜYÜSÜN:



11 Nisan 2011 Pazartesi

TAMAM MI TAMAM

Neyse işte, Cuma akşam "Madem eve gitmek istemiyoruz, nerede ne var diye niçin bakmıyoruz?" çalışmaları kapsamında Gripin'e gitmeye karar verdik. Ki Gripin, benim eski ve birbirinden tatlı okurlarım bilir, benim basbayağı Üniversite Son / İlk Dönem soundtrack'imdir. Gripin öncesi, Mersin tayfasıyla buluştum ben. Güldüm, güldüm. Kimisinin olgunluğuna şaştım, kiminin görmüş geçirmişliğine şaştım; kiminin hem olgunluğuna, hem görmüş geçirmişliğine takıldım. İkisi bağlantılı belki, zaten, bilmiyorum. Sonra baktım ki, bir kadın ne kadar olgun olursa olsun, ne kadar görmüş geçirmiş, ne kadar doymuş da olsa, yine kalbi kırılıyor. Yine kırılıyor, yani... Her neyse.

Dur bi' sigara yakayım...


Yani böyle, demek istiyorum ki: Kendimle baş başa kaldığım, bu sırada kitap okuyup film izlediğim, evi temizleyip duş aldığım, böylece evime daha da çok bağlandığım, bacaklarımı karnıma çekerek koltukta kıvrıldığım, bu sırada kaçırdığım filmleri ve dizileri izlediğim, keyifli bir Cumartesi geçirdim.

Desem, havalı olur muyum? Sanmıyorum.

Çünkü sabah midem alkolden kaynayarak uyandım ve bir şişe maden suyu çaktıktan sonra temizliğe giriştim. Evet, batıyordu çünkü. Ardından kaçırdığım diziler olan Fatmagül ve Öyle bir Geçer Zaman Ki'yi izlerken yarım paket çekirdek çitledim. Kahvaltı ve öğle yemeği niyetine üşengeçlikten makarnanın üzerine ton balığını boca edip yedim. Bu arada tabii ki her zamanki gibi sinema kültürümü indirimli DVD reyonlarından giderdiğimi belirtmek isterim. Bu vesileyle, canım bir Charlotte Gainsbourg filmi olan Prête-moi ta main izledim, ardından bir adet Stranger Than Fiction devirdim. Çok sevdim. Tabii tüm bunları yaparken sıcacık bir McDonald's menüsü YEDİM! Haliyle bacaklarımı karnıma çekip koltukta kıvrılmak mümkün olmadı. Yayıldıkça yayıldım, uyudum.

Hayvan ben.