22 Ağustos 2011 Pazartesi

En büyük trajedimiz, uçak bileti + otel karşılığında "Paris senin, Milano benim bloggerları"ndan olamamamız...

Neyse bir gün böyle bir teklif gelirse bunu silerim.


ELLER

3 haftadır manyaklar gibi yürüyüş yaptığım bir parkur var, Etiler Sanatçılar Parkı içerisinde yer alıyor. Cumartesi dahil her gün orada koşan 60 yaşlarında Çinli bir adam var mesela. Ben tempolu yürüyüşümü yaparken, o, beni kesiyor ve arkamdan "Dombiliye bak ya! Yürrrüüüü!" diyormuş gibi hissediyorum. Neyse... Adama öyle alışmışım ki; bu hafta göremeyince meraklara gark oldum. Umarım memleketine kesin dönüş filan yapmamıştır.

Parkın adı Sanatçılar Parkı ya hani, girişe birtakım sanatçıların el izlerinden oluşan bir enstalasyon yapmışlar. Çok yaratıcı! Tabii burası Los Angeles olmadığı için izlerin bulunduğu plakalardan bazıları ÇALINMIŞ! Dikkatimi en çok Orhan Gencebay'ın eli çekti.

Orhan Babam benim yaaa! Her bir parmak izi resmen gömülmüş metalin içine... El tam bir, nasıl desem, EMMİ ELİ! Orhan Gencebay metale bambaşka bir boyut katmış. Maşallah.

Aha bi'de şuna bakın,
Fazıl Say.

Ne yaptı, sıkıldı mı elini bastırırken, tiksindi mi, anlamadım ki..

16 Ağustos 2011 Salı

Bi' kere o, teskere değil; "tezkere"ymiş.

Teskere; sedye filan anlamına geliyormuş. Kankam TDK öyle dedi.

Şu aralar en çok duyduğum "tezkere" ise, tahmin ettiğiniz üzere, gidenin ardından bir kap su dökmek gibi bir şey.

Su dökmek demişken, Sin.em Koba.l'ın, Ar.da T.uran'ın arkasından su döküşü kadar komik bir şey yoktur belki de şu hayatta! Aşağı bile inmeden, pencereden aşağı. Tövbe Yarabbim!

Gerginim. Yorgunum. Günlerdir mantıklı saatlerde uyuyamıyorum. Yatamıyorum değil, yatsam uyuyamıyorum.

Boynum acıyor, sanki iğneler batıyor.

Bugün bir bitse, çıkışta misss gibi Boğaz kıyısı, balık, günah dolu mezeler.

14 Ağustos 2011 Pazar

KADIN

Yerinden kalkamamak korkunç bir his.. Artık pislikten çığrından çıkmış evi temizlemek için yerinden kalkmak zorunda olmaksa daha korkunç. Ev ne oluyor, nasıl oluyor anlamıyorum; ÇOK TOZLANIYOR! Aslında doğru, mesela duvarlar ve tavan deli gibi toz topluyordur; ancak hiç oralar silinmiyor. Duvar nasıl silinir, onu bile bilmiyorum.

Ev arkadaşım, ev arkadaşım, KADIN ALALIM MI?!

Bu evlere gelen temizliğe gelen kadınlardan da KADIN diye bahsedilmesi çok enteresan.. KADINIM gelecek.

Neyse... Bir de halı meselesi var. Aranızda birinin Rainbow Halı Yıkama makinesi filan varsa, bana ödünç verse. Ama ödünç verse derken, bildiğin içinizden biri, bir sabah ansızın kapımı çalsa ve "Al bakalım, bu halı yıkama makinesi!" dese.

Evde de manyakçasına İran halılarım olduğundan değil de, odamda bir tane var ve toz topladığından şüpheleniyorum.

Hayır, Kosla Halı Şampuanı ne yazık ki işe yaramıyor. Birkaç kez denedim. Güya köpüğü halıya yayıyorsun, sonra makineyle topluyorsun. Saçççma! Belki de arapsabunu filan denemek gerekir... Hemen her milliyet muhabbetinde de Arapları hijyen konusunda yerden yere vurup, sonra en bi güzel temizlik ürününe onların adını vermek bir tuhaf.

Şimdi tamamen sıkıntıdan, biraz da temizliği geciktirmek adına, Google'a cleaning lady yazıp arattım. Amerika'da temizlik yapan bir kadın kendisine web sitesi kurmuş. Nasıl temizlik yaptığını detaylarıyla anlatıyor. Ayrıca benim en hassaslaştığım nokta olan, "kapı üstleri"ni de eklemeyi unutmamış. Keşke burada olsan Marli. Gerçi böyle kendine websitesi kurabilecek, işverenlerinin referanslarını koyabilecek cinlikte bir insan olduğuna göre; kesin bize yüksek fiyatlar verirdin. Neyse. KADIN'ın bilinçlisi... Gerçi bize son gelen KADIN'ın tişörtünde "HALKIN HAKLARI VAR!" yazıyordu ve ev arkadaşıma "köylerine kurulacak olan termin santral"den bahsetmişti. Filan.

Kalkayım artık yerimden. Evet.

7 Ağustos 2011 Pazar

BU ARALAR...

İstanbul'daki ikinci senemdeyim ve ilk kez bu kadar çok çalışıyorum.

Hep, "kafamı çalıştırabileceğim, kendimi yorabileceğim, kendimden bir şeyler katabileceğim bir işim olsun" muhabbeti yaptım 2 senedir herrr içki masasında; TAM OLARAK BUNLARI YAŞIYORUM. 2 senedir önüme çıkan başka fırsatları kabul etmediğim için, üstüne atladıklarımdan ise bazıları gerçekleşmediği için çok mutluyum. (Tık tık!)

Bana güvenen, kendine güvenen, saygılı, hayli seviyeli TAM BANA GÖRE! bir patronum var, kendimi şanslı hissediyorum.

Vakit buldukça, buraya yazıyorum. Evet, O benim. Bir de çok güzel bi' menajerim var.

Dev hamamböcekleri geri döndü. Tir tir titriyorum.

Annemin hediyesi kar tanesi kolyem kayıp, canla başla arıyorum. ("Kar tanesi kolye çok ayağa düştü yaaeee!" dediğim güne lanet olsun!)

İnşallah her süpperella olacak.

İnşallah.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

SARILSAM ÜŞÜR MÜSÜNÜZ . . .


1 hafta önceki Cuma gecesi, berbat saatler geçirdim. Sabaha kadar kustum. Sabah kendimi en yakın hastaneye attım. Attım diyorum, zira evim bir yokuşun tepesinde, hastane de o yokuşun dibinde olsa; bildiğin yuvarlanabilirdim. Hastaneye. Döne döne...

Neyse 2 şişe serum verdiler, ofiste de bir yığın iş var, serumlar bitsin işe gideceğim yani. Lakin eve geldiğimde kaslarım liflerine ayrılıyordu. Yatmışım. Bu arada, hastaneye ona haber vermeden gittiğim için hayli sinirlenen ev arkadaşım bana ceza olarak "prenses yatağı" hazırlamış. Prenses yatağı'nın bir diğer adı da "İpek Ongun yatağı"dır. Kendisi sehpanın üzerine sürahi, kâsede grisiniler, birtakım dergiler, laptop, su bardağı ve trilyonlarca ilaç koymuş. Bu arada bardağın içine toz kaçmasın diye peçete filan kapatmış. Benim ancak 40 yıl düşünsem aklıma gelebilecek ince ayrıntılar. "Ay ne gerek vardı? Zahmet..." filan diye düşündüm; ama resmen o İpek Ongun sehpası sayesinde gün boyu yataktan kalkmadım. Uyu uyan, ilaç iç, su iç, ilaç al, uyu...

Ev arkadaşımın cezaları bununla da bitmiyordu. Akşam doğru dürüst yemem karşılığında bana Elif Şafak'ın İskender'ini getirmişti. O ara başlayamadım tabii... Ne zaman ki geçtiğimiz hafta Mersin yolculuğum için kendimi havaalanında buldum, başlayıverdim İskender'e. Demem o ki; İskender 28 saatte bitti.

Mersin'de böyleydim işte... Lise & üniversite yıllarımdaki gibi. Elimde kitapla klimatize ortamda kendimi bir o koltuğa, bir bu koltuğa attım durdum. Sıkılınca çengel bulmaca çözdüm. Biraz daha okudum. Uyumadan evvel hayallare daldım.

Ailemin yanından ayrılıp İstanbul yoluna çıkacağım zaman kendimi genelde çok kötü hissediyorum. Kafamda, "Ne yapıyorum ben?" soruları, "Niye ailemden uzaktayım?" soruları, "İstanbul'un taksicileri çok kötü!" kaygıları... Hırçınlaşıyorum, sinirleniyorum, üzülüyorum.

Derken eve geliyorum, bir yerleşiyorum... Benim yatağım, benim aynam, kendi düzenim... Çok acayip. Sonra 1-2 arkadaşımı görüyorum. Kendime geliyorum. Rahatlıyorum. İstanbul, arkadaşlarla güzel.

Nitekim duşumu alıp kendime gelince, ev de püfür püfür esince, akşam Arnavutköy'de mis gibi balık yerken... Mutlu oldum. Birileri askere gidiyor. İlk kez bu hafta sonu kafama dank etti. İçim kavuruluyor.

Her şey çok güzel olacak.