24 Aralık 2012 Pazartesi

1 haftadır şunu düşünüyorum. İnsan ne zaman kötü olur? Ne zaman kötü kalpli bir insan oluruz? Hani kimse kendisi için, "Ben kötü biriyim." demez de, "Ya ben galiba düşündüğüm kadar iyi kalpli bir insan da değilmişim." dediğinde, nasıl bir değişim içine gireriz? Mesela o noktadan sonra, aynı şeyi tekrar edersek, bu bizim kötü kalpliliğimizi perçinler mi? Veya zerre pişman bile değilsek, o yaptığımız şeyden? Çok gizemli anlattım, ama olay o kadar da komplike değil aslında. (Yalan söylüyor komserim. Çok komplike!)

Birtakım bokları yedikten sonra da içine girilen o pişmanlık girdabını samimi bulmuyorum. Aslında... Dolayısıyla birtakım pişmanlık duymayışlarımı justify ediyorum. Tamam mı? Tamam.

Ben galiba hiç olmadığım, olduğumu bile düşünmediğim birine dönüştüm. Ama bunun için de şeytanın kanıma girmesi gerekiyormuş. Girdi. Yani biliyorum ki, Keanu Reeves olsam, tuvalette elimi yüzümü yıkadıktan sonra mahkeme salonuna geri dönsem, yine yenileceğim Alpaçino'ya, yine yenileceğim. Alpaçino'ya yenilebiliyor olmak, Alpaçino'nun kanıma girebiliyor olması, beni mutlu etti. Oysaki bir yandan da kalbimi, yemek borumu, midemi bir kıyma makinesinden geçiriyorlar başkan! Bir kere, iki kere geçiriyorlar. Benim de bir noktada yenilmem gerekiyormuş.

Cümlemize hayırlı uğurlu olsun.

13 Aralık 2012 Perşembe

LONDON - YİNE ÇAĞIRDI

Neyse dediler ki Merveciğim sen salı günü Londra'daki şu seminere katıl, bak bakalım neymiş... Salı demek, benim için cumartesi uçağa atlayıp erkenden Londra'da süzülebilmek demek... Dolayısıyla bir cuma akşamı içim pırrrr pır bavul hazırladıktan sonra, cumartesi sabahın köründe bir uçağa atlayıp kendimi 5 günlük bir Londra macerasının içinde buldum.

Londra, beklediğim üzere, soğuktu. Gider gitmez Marks & Spencer'dan edindiğim termal atletlere gezi boyunca dua ettim. Ammavelakin business amacıyla gittiğim 5 günlük gezinin, 3 günlük "pleasure" kısmında çekildiğim fotoğraflarda Michelin maskotu gibiyim, topaç gibiyim babam affedersin.

Son gidişimde, kalbim kırık, içim buruktu. Bu seferse, saniye üzülmeme, durup düşünmeme izin vermeyecekmiş gibi, beğendiğim / sevdiğim ne varsa önüme sermişti Londra... Sıcak şaraplarını, mis gibi biralarını, süslerini, püslerini, şıkır şıkırlığını... Hani sanki, sevdiğimi bildiğinden olacak, bütün sokaklarını, dükkânlarını, department store'larını efendime söyleyeyim vitrinlerini benim için simle bezemişti. Dev bir Merve rüyasında yürür gibiydim. O kadar çok süs püs vs. ellemişim ki, suratım / ellerim hep simli, hep bir pırıltılıydı.

Otele geçmeden evvel 2 gece boyunca beni güzelce ağırlayan eski dostum Deryik ve zarif eşine ise nasıl teşekkürlerimi sunsam az. Onlar olmasa, ben kalacak yer bulurdum belki; ama ne şahane kahvaltı sofralarına uyanırdım, ne Hyde Park'ın içine kurulmuş dev Noel lunaparkında (Winter Wonderland) dev sosisliler yerdim, ne de gaza gelip dünyanın en saçma lunapark oyuncağına binip adrenalinin dibine vururdum... Üstelik bu kadar güzel yılbaşı süsleri de seçemeyebilirdim.

Londra da, sağ olsun tam 6 ay sonra yaptığım bu ziyaretimde beni hiç mahçup etmedi. 5 gün boyunca yağmur değil; sadece ben uyanmadan yağan yağmurun bıraktığı ıslak zeminleri gördüm. Hatta güneş bile gördüm. (Burada yeniden termal atletlere bir saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyoruz.)

Hadi biraz da biz susalım, Instagram konuşsun: