25 Mayıs 2011 Çarşamba

OH YEAH

Kraliçe Elizabet'in akşamüzeri cin'leri varsa, bizlerin pek tabii ki akşamüzeri martinileri var...

Komşuculuk oynarken...
Summer Wine isimli çalışma, by Zuu

Bir önceki yazıyı Pazar gecesi yazmıştım, sonra postalamamışım. Niye? Çok anlamsız olduğunu düşündüğümden. Şimdi bari boş kalmasın diye gönderiverdim.

Çizmelerimin altını sildim, içine derisi katlanmasın diye kartonunu sıkıştırıp kutularına kaldırdım. Sonra kutuların hepsinin üzerine çizmelerimin Polaroid fotoğrafını yapıştırdım ki giymek istediğimde karışıklık olmasın, asabım bozulmasın... Desem de inanmayın, çünkü zaten hepitopu 4 çizmem var ve her birini Allah'a şükür kutuların üzerinde yazan markalardan tanıyabiliyorum.

Kışlık elbiseleri temizletip, elimde yıkayabileceklerimi elimde yıkayıp paketlemem lazım. İçine bir de güvekovucu askı takmam lazım. Bunları yaparsam daha mutlu olacağım, çünkü dolabıma bi' ferahlık gelecek. Bunları yaparsam depresyona gireceğim çünkü bu mevsimlik giyeceğim hiçbir şeyim olmadığının farkına varacağım.

20'lik dişim yine sapıttı. Bugün antibiyotiğe başladım. Şu zamana kadar tüm diş doktorları "iltihap iyileşsin, gel, çekelim." deyip geri gönderdi. Ama ben doğru dürüst antibiyotikleri bile bitirmedim. Dişim ağrısı geçse bile yeniden dişçiye gitmedim. Zira güvendiğim ve sevdiğim tek diş doktoru eniştemdir, o da Mersin'dedir.

Neyse birtakım paçozluklar...

Biraz Uykusuz & Penguen okur, belki uyurum.

22 Mayıs 2011 Pazar

Gün boyu Cadde'deydim, yedim içtim eğlendim. Baktım orada maçın bitmesini beklesem çıkışta eve gelmem gece 1'i filan bulacak.. Atladım eve geldim; şişe şişe Heineken, Miller... 2 paket Tadım çekirdek.

Neyse. Cuma günü Teoman konseri vardı Kanyon'da. Atladık oraya gittik. Tam bir prenses, bir Royal Wedding olduğum için kalabalığa karışmadım. Oturduk Kitchenette'te şarap filan içtik. Sonra ev.

Cumartesi günü, gün boyu yatakta dergi / kitap okuduktan, 500 kere "ÇOK ÇİRKİNİM!" diye söylendikten sonra, gaflet uykusundan uyanıp kendimi en yakın kuaföre attım. (Hoşçakal aylar evvel yaptırdığım Brezilya fönüm!) Sahip olduğum cillop Türk fönümle yeniden The Sartorialist'teki stilish ve trendy fashion icon'lardandım... Bari Kanyon'a gideyim dedim, House Cafe'de 3 saat boyunca oturup limonata içtim. / Sigara içtim. / Etrafı kestim. / Herkesi aşağıladım.

Mukaddes Yenge geçti önümden. E.'ye mesaj attım.
Sonra dostlarla buluşuruz. Yemek yeriz. Eve gitmeden birkaç DVD alırız D&R'dan.

Dün gece hayatımda ilk kez Analyze This izledim ben. Ve anladım ki, Tamer Karadağlı insanının Çocuklar Duyması'nda yaptığı "oyunculukta", Robert De Niro'nun bu filmdeki performansını kaynak kullanıyor.

Sonra Fenerbahçe şampiyon oldu.

Yine muhteşem tespitlerimle karşınızdaydım.


Peki ya Ersin Karabulut'un "Sandık İçi 2"sini aldınız mı?

16 Mayıs 2011 Pazartesi

TAMAM DOT!

Tanıştırayım: Sinsi avukat, Münir Terzi!


DOT konseptini Kürklü Merkür'le tanıdım, DOT'a Malafa'yla heves ettim ilk kez.. Zira Malafa'nın kitabını okumuştum , ÇOK GÜZELDİ. Kim bilir oyunu nasıldı, vs.

Sonra Kutlama / Festen geldi, baktık gidiyor; E. ile birkaç hafta öncesinden biletlerimizi aldık, dün akşam saat 20.50 sularında Sarıyer'deki Koleksiyon'un muazzam binasının önünde espressolarımızı yudumlayarak beklemeye başladık. Ve en sonunda, DOT'la tanıştık, milli olduk.

E.'nin de benim de tiyatroya karşı inceden bir önyargımız var. Hatta önyargıdan ziyade, düpedüz "sevmeme" durumu.. Resmen tiyatro dedikleri şey bana yapmacık geliyor, abartı geliyor, bordo kadifeden bir Jozefin koltuğa kendimi atıp, alnımı ovmak istiyorum filan. Jozefin koltuğun diğer adı, artık Bihter koltuğu bu arada... Neyse.

Ama DOT'un o kadar methini duymuştuk, o kadar duymuştuk ki; onu sevip bağrımıza basacağımıza inanmıştık. İşte dolayısıyla, benim tavsiyem vakit kaybetmeden herhangi bir DOT oyununu izleyin. Şu an hâlihazırda 29 Mayıs'a kadar her Cumartesi - Pazar, Festen var mesela. Bence bundan sonra, her yeni DOT oyununu beklemek, hayranı olduğun bir yazarın yeni kitabını beklemek gibi... Teoman'ın yeni şarkısını dinlemek gibi. Tamam mı, tamam!

15 Mayıs 2011 Pazar

DOT

Mutlu mutlu bir hafta sonuydu. Cuma öğleden sonra, eve gelen Hamamböceği Avcıları sayesinde, hamamböceklerimizle vedalaştık. Tanışma fırsatı bulamadığım hepsine buradan sevgilerimi gönderiyorum.

Artık ilacın etkisiyle mi, yoksa haftanın yorgunluğundan mı bilinmez, 2.5 saatlik bir uykuya yatmışım. Uyandığımda güya, duş alacak, dışarıdan akşam yemeği söyleyecek, kitap okuyup güzeeel bir uykuya dalacaktım... Kızlar arayıp ısrar etti. Tüm gün kendilerine, "Yok gelmem. Canım istemiyor. Pek yorgunum!" deyip de 5dk içerisinde göz makyajımı ve pudramı tazeleyip, gece parfümümle kapının önünde hazır ol'a geçmem pek cool bir davranış olmadı sanki... Neyse Ortaköy House Cafe'ydi, ardından Banyan'ın barında birer nefis kokteyldi derken; kendimizi birden Anjelique'te bulduk. Pek kalmadım, kendimi, hamamböceksiz evime attım.

Lakin anlatacağım o değildi. Sanırım İstanbul'un benim için en güzel yanı, bambaşka kadınlarla tanışmama fırsat vermesi oldu. Farklı kökenlerden, farklı dillerden kadınlar. Buradaki "dil", lisan anlamındaki "dil" değil. Kendini ifade dili, aileden aldığı dil...

Ben hep kadınlar arasında büyüdüm, dolayısıyla, hep kendimi kadınlar arasında iyi hissettim. O hep, "Çevremdeki çoğu arkadaşım erkektir. Kendimi erkekler arasında daha rahat hissediyorum. En yakın arkadaşlarım da erkekler zaten."ci insanlardan olmadım. Filan filan.

2 teyzem, çok yakın büyüdüğüm kız kuzenlerim var. O kız kuzenlerimle aramızdaki en büyük ortak nokta, annelerimizin konuşmalarına şahitlik etmek oldu. Dedikodu yapmayı, dedikodu paylaşmayı, sır saklamayı ben o minik kadın grubunun içinde öğrendim. Hâlâ da öyle...
Ece Temelkuran'ın "Çilek Reçeli" başlıklı bir yazısı vardır, Google'layın okuyun. İşte o yazı bana hep, Mersin'deki o küçük kadın grubunu hatırlatır. Mersin'e bağlılığım da belki ondan, anneannemden başlayan ve bana kadar geçen küçük bir "kadınlar ağacı".

Şimdi İstanbul'da da, başka başka ağaçlarla tanışıyorum. Başka başka kadınlarla. Dinliyorum, bazen yadırgıyorum, dibine kadar anlamaya çalışıyorum, vs. Bunun insana ne büyük zenginlik kattığını yeni yeni anlıyorum. Mersin'de teyzeler ve kuzenler arasında başlayan "kadın olmak nedir?" içerikli belgeselimi, burada büyütüyorum. Geliştiriyorum.

Öyle...

10 Mayıs 2011 Salı

TAMTAM


Çocuk Kalbi diye bir kitap vardı hani... Vardı diyorum, aslında hâlâ varmış. Geçtiğimiz haftalarda, 23 Nisan sularında Migros'ta gördüm. Kapağı filan aynı. Zaten o kapağı görünce direkt olarak ilkokul yıllarıma, 1. katında oturduğumuz apartmanın 4. katında oturan teyzemlerin evine gittim. Onların evine gittim, çünkü kuzenlerimin okuğu tek çocuk kitabı buydu. Onlar, Çocuk Kalbi dışında bir çocuk kitabı okumadılar muhtemelen, hatta yaşamlarının hiçbir anında, başka kitap okumadılar. (Benim Fedor Amca'mın sayfalarındaki çizimleri boyamıştı hatta birisi, çok ağlamıştım.) Muhtemelen kitabın görsel hafızamda bu denli yer etmesinin sebebi, kitabın sürekli ORTADA olmasıydı. Yani böyle işte, herhalde kuzenlerim bu kitabı 4 senede filan ancak bitirebildiler.

Tabii ki burada kitap okumanın önemi konusunda Murat Menteş ve Ece Vahapoğlu arası bir iticiliğe bürünmeyeceğim.

Neyse, bir de kitabın üzerinde, eserin ne denli müthiş bir şey olduğuna dair şeyler yazıyordu. Şöyle:
"Bu kitabı okumayan çocuk, mutsuzdur.
Bu kitabı çocuklarına okutmayan ana - baba ve öğretmenler sorumludur.
Ve bu kitabın girmediği okul, OKUL değildir."

Küçükken kitabı teyzemlerin evinde her gördüğümde bu paragrafa dehşet içerisinde takıldığımı hatırlıyorum.

İddiaya gel. Büyük harflerle etki yaratmaya, terörize etmeye çalışmalar filan.. Hoşlandığım bir tavır değil. Bu, kitabın üzerine iliştirilmiş bir Post-it'e karalanmışçasına, özensizce duran satış taktiği bana niyeyse Sinan Çetin'i hatırlattı.

Sinan Çetin'in, sahibi olduğu biricik Plato Yayınları'nda bastırttığı, Serdar Erener'in muazzam önsözüyle pompalattığı Atlas Vazgeçti serisinde de buna benzer bir ikna uygulaması var. Şöyle:

"Bu kitap, iş yapan, yaratan, yapan eden insanın toplum tarafından nasıl sömürüldüğünü, üstelik zalimce suçlandığını açıkça gözler önüne seriyor... Eğer aklınıza, yeteneğinize, kendinize inanıyorsanız bu kitabı çok büyük bir aşkla okuyacaksınız."

Allah aşkına Sinan Çetin! Sen gerçekten şu yalnız ve güzel ülkemde ne YARATTIN da, önüne taş koymaya çalıştık? Allah aşkına, ortaya şöyle elle tutulur ne KOYDUN da, eline vurduk? Sömürdük seni?! Ha?

Komser Şekspir adlı başyapıtınla hayatımıza kattığın kadifeler kadifesi Pelin Batu için mi, Doğuş Çay reklamlarının al yanaklı / kiraz dudaklı / Karadenizli kızları için mi tüm bu afraaa, tafra?

Propaganda ile elinden tuttuğun Rafet El Roman için mi, yoksa yine aynı filmde şişirmeye devam ettiğin Meltem Cumbul için mi teşekkür edelim?

Zaten hâlihazırda işine, ÜRETMENE engel olmaya çalışsaydık, biz asalaklar, herhalde şu dünyalığı yapman hayli zor olurdu.

Diiii mi? Canım?!

1 Mayıs 2011 Pazar

ÇAKAL


İnanılmaz şeyler oldu. Mesela başağrıları serüvenimde sanırım 38. günüme filan girdim. Başımın ağrısı geçince, şaşırıyorum. Kendimi dinliyorum ve ağrıyı geri çağırıyorum sanırım. Resmen. Sonra kaldığımız yerden ağrımaya devam ediyoruz.

Jelatin'in damarlarında kan yerine şampanya dolaşır, bunu herkes biliyor. Dolayısıyla dostum T.'nin evinde bir Cuma akşamı gerçekleşen, mesai sonrası & rakı-balık öncesi aktiviteye hayır diyemedim. Şampanya kadehlerimizle T.'nin boğaz manzaralı, hayallerimdeki mozaik masalı mini terasına kurulduk ve evet, güneşi selamladık.

Sonra, balıktı helvaydı, sohbet muhabbetti, şarkıydı türküydü derken; tabii ki başağrılarım beni eve yönlendirdi. Uyandığımda, yine başım ağrıyordu.

Cumartesi akşamı ise, tipik bir Ankaralı davranışı olan "Tekne kiralayıp geceyarısına kadar Boğaz'da dolaşma, bu sırada içkinin dibine vurma" etkinliğimizle hafta sonumuza renk kattık. Sağ olsun Zevzek Çağrı, haftalar öncesinden bir tekneyi Ali Kaptan edasıyla kapatmış; tüm okul eşrafına haber salmıştı. Dolayısıya, mezuniyetten 2 sene sonra yeniden bir aradaydık. Hatta gül kızım Eleni bile dostlarını kapıp gelmişti, öyle muazzam bir geceydi.

Acaba gece nasıl uyuyacağım?