24 Ekim 2011 Pazartesi

Çok bilen, çok konuşan insanlar...
Birazcık sussanız?

Canımsınız.

22 Ekim 2011 Cumartesi

HIMMM

Bloglardan çok sıkıldım. Hiç keyif alamıyorum.

Veya Reader'ımda yeniliklere ihtiyacım var...

Ne okumalı, ne yapmalı...

18 Ekim 2011 Salı

BAK . . .

Yine aynı şeyi yaptım. Yine başka sorunlarım varken, bambaşka bir şeye sığındım... L KOLTUKMUŞ!

L koltukla, ev düzeniyle sorunum yok ki?

Yine kafamda bir şeyleri görmezden geldim de iç sıkıntımı görmezden gelemedim... Sonra da tuttum, yine, kısa dönemde değiştiremeyeceğim abuk sorunlara sarıldım. En büyük derdim O'ymuş gibi. L koltukmuş gibi...

Doktorum duysa, ah bi bilse anlattıklarımı, ...

Diyecek yine gelin.

Geliriz gelmesine de bazen konuşacak bir şey bulamıyorum; karşında yalan söyleme ihtiyacı hissediyorum be doktor!

L KOLTUKLAR

Fonda Mersin markalarını görmek, işte bu beni mutlu eder...

Nasıl ve ne zaman olacak bilmiyorum. Sanırım L koltuklu, geniş salonlu bir ev istiyorum. Artık. Yaşım olmuş 25. Geniş ve L koltuklu bir salon dünyanın en zor elde edilesi şeyi olmamalı. Derken ortaya şöyle hoş bir sehpa, üzerinde mis kokulu mumlar. Hep temiz tutarım evimi, söz. İçkiye sigaraya yatıracağım parayı eve kadın çağırmaya yatırırım. Güzel bir kütüphanem olur. İçini, okuyacağım belki okumayacağım, "böyle kitaplar herkesin kütüphanesinde olmalı abi, insan bi oturuşta okumaz ama canı istedikçe okur.." diyerek, kendimi kandırarak belki çok uzun zaman sonra sıkıntıdan karıştıracağım kitaplarla doldururum. Yerler ahşap görünümlü naylon değil de, gerçek parke olur. Ucunda pislikler birikmemiş Vileda'yı Pronto Ahşap Temizleyici'ye bular mis gibi silerim yüzeyleri... Kışın camları açar, battaniyenin altında mis gibi konyak içerim... Film izlerken...

O günler gelecek ama... Gelecek biliyorum. Çünkü 1.2 sene evvel tam da şu an yaşadığım evin, semtin, şu an içinde bulunduğum düzenin, ev arkadaşlığı konseptinin hayalini kuruyordum. Mutluyuz de mi Sadık? Bu evde, tam 1 senemiz doldu geçen hafta. Geçen sene bu zamanlar nasıl sıcaksa İstanbul'un havası, nasıl iltihap dolmuşsa korneam; bu sene o kadar yağmurlu idi hava ve ben billur gözlerimi MAC Naughty Lash çift opsiyonlu müthiş rimelimle hayli dramatik bir hâle getiriyordum... Neyse. Bak şu an böyle yazınca, daha iyi hissettim.

Şu an, geçen seneden 2-3 kilo fazlayım belki ama, her şey, çok şükür, çok şükür, daha iyi.

Which means, belki 2012'nin, 2013'ün soğuk bir Ekim akşamı, yine bir kadeh Martini'nin üzerine birkaç kadeh Blush içmişken ben, bu satırları bir L koltuk üzerinden yazıyor olurum. Olmasam da, başka şeyler güzel olur.

Neden olmasın?

*

Selam!
Selam Canlarım!

Trafikte geçen saçma saatler, uzayan toplantılar filan... Şu an bir Blendax reklamı kızı gibi konuştuğumun farkındayım; ama demek ki metin yazarlarının bi' bildiği var. Neyse. Çıkışta Tavacı Recep Usta'da sapık gibi et yidik. Sonra eve gelip, azıcık gözümü kapatacağım, sonra kalkıp yazmam gereken şeyleri yazacağım deyip 2 saat uyumuşum. Şu an gece 2.49 ve sabah nasıl uyanacağımı bilmiyorum. İyi uyuyayım diye yarım şişe blush içtim, tık yok.

Öptüm Sezen

10 Ekim 2011 Pazartesi

İT

Eve geldim ki, apartman kapısının tam önüne bir sokak iti kıvrılmış uyuklamakta. 1) Köpekten delicesine korkarım. 2) Kapıcıya, bekçiye, şu buna haber etsem, "Yahu ben korkarım köpekten, şunu bir kovalasanız?" desem, bilmiyorum ki çağırdığım "adam" hayvana nasıl davranır... Belki tekmeler, belki sopayla kovalar... Sonra işin yoksa 1 hayvanı daha dert et. Bizim apartman da Versay Şatosu değil sonuçta, hayvancağız gelip önüne, paspasın üstüne kıvrılıyorsa eğer, yağmur yağdığı için... Köpekle birkaç metreden bakışıyoruz. Ben biraz yarım akıllı, azıcık da alkollü olduğum için kendisiyle konuşmaya başlıyorum. "Ben senden biraz korktum. Sen çekilsen, ben içeri girsem, sonra tekrar yatsan?" diyorum. Tık yok. Sanırım hayvanların bana bizzat kelimelerle cevap vermemesinden dolayı kendilerine karşı bir yabancılık hissediyorum.

Baktım, küpesi de yok. Kudurabilir, ısırabilir, ipeksi güzelliğim darbe alabilir, Fatmagül'ün Suçu Ne? dizisindeki rolüm tehlikeye girebilir filan... Ne oldu sonra bilmiyorum. Köpeğin uysallığına mı kandım, nedir... Aldım anahtarı kapıya doğru yürüdüm. Sonra çok acayip bir şey oldu. HAYVAN RESMEN BANA YOL VERDİ! "O kadar dil döktün salak, anca mı akıl ettin aksiyona geçmeyi?" der gibiydi... Aşağılandığımı hissettim. Açtım kapıyı, içeri girdim.

7 Ekim 2011 Cuma

ELMA

Steve Jobs için çok üzüldüm. O kadar üzüldüm ki, ağladım. Kimse görmedi.

Zaten birilerini sevdiğimi gerçekten belli edebilen bir insan değilim. Anneme babama yeni yeni sarılmaya başladım. Hatta babama hâlâ sarılmıyorum diyebiliriz. Genelde bu tür konularda biraz tutuğumdur; ancak işin içine Steve Jobs girince yalnızken birkaç damla göz yaşıyla kendimden geçtim diyebiliriz. Farkındaysanız hâlâ bundan ciddi bir şekilde bahsedemiyorum. Böyle yazınca sanki şaka yazısı yazıyormuşum gibi oluyor.

Şöyle desem anlaşılır mı, 

Steve Jobs için ağladım. Ciddi ciddi.



Bu arada hayatla ilgili ciddi problemlerim var. En büyük korkum, "yapmacık" olmak. Bir şeylerden bahsederken, "şova dönüşmek". Siz de fark eder misiniz bilmiyorum, birisi bir konu hakkındaki fikirlerini çok güçlü bir şekilde savunurken, zaman zaman bir noktadan sonra samimiyet çizgisini aşıyor ve delirmeye başlıyor. Bu delirme hâli şöyle bir şey, düşündüğünü ne kadar güçlü savunursa / her yerde söylerse ne kadar havalı ve cool olduğunu düşünecekmişiz gibi. Bu arada savunulan şeyler kesinlikle petrol kuyuları, GDO'lu ürünler, İsrail'in saçmalıkları, Başbakan filan değil... "KOLAYI SEVMİYORUM ABİ KOLA İĞRENÇ BİR ŞEY!!" tarzı gündelik zevk / hayat tarzı konuları... Bu noktada biz devreye girip O'nun ne kadar havalı ve farklı bir kız olduğunu düşüneceğiz... "Kız" dedim, çünkü sanırım bunu genelde kızlar yapıyor.

Steve Jobs'ı kıskanıyorum. Şu âlemde bir toz olmaktan öte bir adam olduğu için filan... Ben de buralara bir iz bırakmak isterdim. Ama bu tutuk kafamla, efendime söyleyeyim onun bunun şovunu konu etmekle pek olacak şey değil.

Hoşça kal Steve.
Iphone'um son zamanlarda epey yavaş; ancak Blackberry'mi her elime aldığımda Iphone'un kıymetini bir kez daha anlıyorum.
Zamanında Bilkent - Tunus servisinde kulağımda çaldığın şarkılara ne klipler çektim kafamda, ne romantik komedilerde oynadım; ben bilirim. Hepsi çok güzeldi.

You're cool.

4 Ekim 2011 Salı

ETOBURUN GÜNCESİ . . .


Bu sefer doğru köprüden yürüdüm. Hatta Köprü'nün üstünden de değil, altından yürüdüm. Ben yürüdükçe balık ekmek kokuları burnuma doluştu. Çok acıkmıştım. Fakat seyyar bir tezgâhtan balık ekmek alıp tek başıma ayakta yeme fikrinden hoşlanmadım. Dolayısıyla canım çeke çeke, Karaköy'e kadar yürüdüm. Karaköy'de kendimi Namlı'ya attım. Allah kahretmesin. O kadar acıkmıştım ki hem bi' porsiyon köfte, hem bi' porsiyon pirzola yiyebilirdim. Yine yalnız olduğum ve bu tür aşırılıkları yalnız başıma yapamadığım için bir porsiyon pirzola, bir kutu ayran biraz da zeytinyağlıyla yetindim.


Eve geldiğimde hâlâ çok aç mıydım, neydim..