30 Kasım 2010 Salı

NEYE BAKSAM NE İŞİTSEM BANA BİN DERT OLUYOR


Bu blogun, böyle bugünkü gibi kuş uçmaz kervan geçmez değil de; cıvıl cıvıl, bahçesinde gençlerin cirit attığı, çocukların koşuşturduğu bir sahil sitesi olduğu dönemlerde, "GÜZEL BAKAN ADAMLAR" serisi yapmaya niyetlenmiş idik. Genelde herkesin aklında Mehmet Ali Nuroğlu kalsa da; ondan sonra Okan Yalabık gelmişti ve bir şekilde GÜZEL BAKAN ADAMLAR SERİSİ orada sona ermişti. (Ekşi'de Jelatin için, "Son gözdesi Mehmet Ali Nuroğlu'dur.." yazıyor bu arada.)

İstanbul'a taşındıktan sonra kaç kez karşılaştım Mehmet Ali'yle, sayamam bile. Neyse. GÜZEL BAKAN ADAMLAR serisinin sadece 2 adamla sınırlı olması, gelişememesi çok fena.

Aralık Vogue'daki Okan Yalabık / Melisa Sözen çekimleri sizi de geçmişe götürmedi mi? Beni hatırlamadınız mı? İnkar etmeyin.

Neyse,

28 Kasım 2010 Pazar

ÖLSEM DE BİR / KALSAM DA BİR


Oturdukça oturmak istemek ve hatta kaykılmak istemek. "Çok kaykıldım, biraz uzanayım." demek ve ardından, "Aman Allah! Uyuyakalmışım..." diye yalancıktan şaşırmak sadece bana mı özgü bir davranış bilemiyorum. Fakat şunu söyleyeyim. Bir Cumartesi günüm resmen 1 sezon Hung izleyerek geçti. Ne zaman ki 2. sezondan bir bölümü izledikten sonra gözlerim yanmaya başladı ve lenslerimin gözlerime yapıştığını hissettim, saatin Okan Bayülgen saati olduğunu dehşet içerisinde fark ettim. Sonrası, sanki annesi ağzına zorla köfte sıkıştırmış da; O, bu gerçeği köfteyi yanaklarında biriktirerek ve kat'a çiğnemeyerek görmezden geliyormuş gibi duran Yılmaz Morgül, ilk kez bana sempatik gelen Kemal Doğulu ve geçtiğimiz haftalarda Nahide vakası patladı diye komik / seksi / patavatsız görünmek için kendini tırmalayan kız... Uyumuşum. Öğle vakti Öyle Bir Geçer Zaman Ki jeneriğine uyandım.

Bugünse, artık üzerimdeki depresyon hırkasını (aka Kurt Cobain hırkası) çıkarmam, efendime söyleyeyim gaflet uykusundan uyanmam gerektiğine karar verdim. Teoride çok hoş, romantik, tatlı ve Pelin Batusal görünen; fakat pratikte fazlasıyla sıkıcı bir Arnavutköy-Bebek yolculuğu yaptım. Zihnimde, kalbimde, teoride çok şirin bir yere sahip olan Arnavutköy'ün, pratikte yürünmeyen bir yer olduğunu acı içerisinde fark ettim. Evet, Arnavutköy yolları rutubetlenmiş, ince bir yosunla kaplanmış ve buz pisti etkisi yaratıyor. Çok şükür burayı düşmeden, karizma sağlam geçtim; ancak milyonlarca insan barındıran Bebek'in orta yerinde köpekten korktum diye insanlar bana güldüler, naber?

Nedendir bilinmez, ah belki Bebek'li olmadığımdan filan, Bebek bana hep bir theme park havası veriyor. Disneyland gibi. Hatta zamanında Venedik de tam bu theme park havasını vermişti, diyeceğim, muhtemelen taşlayacaksınız beni. Neyse, Venedik bambaşka bir mevzu. Bebek? Hani İstanbul'un 4 bir yanından insanlar Bebek'a akın ediyor ya, işte sanki orada normal şartlar altında bir yaşam yokmuş gibi. Sabahın erken saatlerinde insanlar ekmek almak için bakkala gitmezmiş gibi. Sanki, kahvaltı saatinin başlamasıyla açıyor kapılarını Bebekland ve hava kararıncaya kadar devam ediyor eğlence. Bir de kendine ait bir dress code'u var buranın -ki ben buna "zorlama eşofman şıklığı" adını veriyorum. Hani sabah kalkıyorlar da, çekmeceden en şık eşofman takımlarını çıkarıyorlar sanki. Spor ama kesinlikle paspal değil. Bakımlı; ancak kessssinlikle çok özenilmiş gibi durmamalı. Hani çekmeceyi açınca göze çarpan ilk rahat esvaplarını çıkarmış da üzerimize geçirivermişiz gibi. Vs. vs. Sonra akşam evde, çamaşır makinesinin "narin" seçeneğinde özenle yıkanıyor o eşofmanlar, ütülenip katlanarak kaldırılıyorlar dolabın sırf o eşofman için ayrılmış çekmecesine. Ertesi Pazar, yine, yeniden, giyilmek üzere... Bana göre fazlasıyla zahmetli.

Buna benzer bir zorlama eşofman şıklığı, kimi üniversitelerin hopçiki öğrencilerinde de görülüyor mesela. Final dönemi illaki eşofman giyip; bunu da özenle maşalanmış / buklelenmiş saçlarla kombine etmenin mantığını anlayabilmiş değilim. Giy kotunu gel. Kütüphanede uyuyacak sanki, haspam.

Gel zaman git zaman, derken, ben eve dönüş yoluna vurdum kendimi. Nerede o eski, gençliğimin Bebek'i? diye söylenirken... O karşıma çıktı. Özenle kalem çektiği yeşil gözleri, özenle sürdüğü kıpkırmızı ruju, şık küpeleri, pelerini andıran mantosu, şapkasıyla... Yaşlı bir teyze. Çaktırmadan fotoğrafını çektim. Ah be Teyze, 10 numarasın! Ve bu çakma, eşofmanlı Bebetolar senin eline su dökemez.


DID YOU ENJOY YOUR MOULES? (YAN MASADA OTURAN AVUSTRALYALI YAŞLI ÇİFTİN ERKEK OLANI, LILLE)


Tüm gün, bugün bloguma bir şeyler yazsam artık diye düşündüm. Bazen burayı -yani Blogger admin sayfasını açıp öylece aklıma baktım. Aklıma bir sürü şey geldi. Geçen hafta sonu, hafta içi, bugün... Sonra beni anlamsızca mutlu eden şeyler... Sonra işte bunu yazıyorum. Sanırım köreliyorum.

Merhaba ben Albert Camus!

Bisous!

24 Kasım 2010 Çarşamba

ANANAS


Eğer Tanrı, bir Cennet pre-vizyonu, fragmanı olarak Dünya üzerinde bir yer belirlediyse; bu yer kesinlikle havaalanlarının Duty Free Shop'ları olmalı. Bir yanda 1001 çeşit alkol, bir yanda hayatınızda daha evvel hiç görmediğiniz tür/renk/aromada çikolata kutuları, parfüm şişeleri, parfüm şişelerinin minyatür setleri, ışıldayan mekân zemini, kocaman bir sepete doldurulmuş ufacık viski şişeleri, kozmetik ürünler, testerlar sebebiyle havada asılı duran o daimi parfüm kokusu, kutu kutu & karton karton sigaralar, vs.

Cennet bu değilse, nedir?

Ne demişti Zeki Müren? "İyi ki Türk'üz, Türkiye'de yaşıyoruz." Çünkü Atatürk Havaalanı bu konuda kendini aşmış durumda. Romalarda Momalarda, Roma'nın o dandik (Da Vinci olan değil) havaalanında, 11'de Duty Free'ler kapandığı için uçak saatine kadar kollarını kemiren insanlarız sonuçta.

21 Kasım 2010 Pazar

MAVİ MAVİ BONCUKLAR DAĞITIR / HEP KANDIRIR


Bu yazıya öncelikle 1 haftadır yazmadığım için beni e-posta yağmuruna tutan heyecanlı okuyucularıma teşekkür ederek başlıyorum. E-posta kutum kilitlendi, ama çok güzeldi. Desteğinize nail olmak ise daha da güzel. Whatever...

Devasa bir yolculuktaydım çoğu bayram olduğu gibi. Kolesterol: 3bin. Gelir gelmez mahallemizin Migros'undan 1 paket brokoli, Brüksel lahana, karnıbahar karışımı, 1 paket de taze fasulye aldım. Taze fasulye biraz kart çıktı. 3 saatte pişebildi. Ama çok lezizdi.

Gelir gelmez, bavulumu yerleştirir yerleştirmez, duşumu alır / saçlarımı fönletir fönletmez (ki akşamın 6buçuğu olmuştu artık...) kendimi Kanyon'un kollarına attım. İçeri Mesut Yılmaz'la birlikte girdik. Bu anormal bir şey biliyorum; ancak ben, meşhur bir siyasi insanı yakından gördüğüm zaman über heyecanlanıyorum. Bu Mesut Yılmaz da olabilir, seneler evvel coşkuyla el salladığım Ahmet Necdet Sezer de, arkadaş olmak istediğim Hayrünnisa Gül de, yine seneler evvel doktordan çıkarken gördüğüm Süleyman Demirel de, 2 sene önce Ankara Kalesi'nin önünde bir tutam saçını seçebildiğim Hillary Clinton da... Bilmezsiniz ki ben rüyalarımda zaman zaman Recep Tayyip Erdoğan'ın ekibindenimdir, Arap ülkelerin birinde acı verici bir olay gerçekleşmiştir ve RTE gaza gelmesin diye biz bu acı verici olayı O'ndan saklıyoruzdur, vs. Bu arada bileğimde Trabzon bileziği vardır... Neyse, her türlü sakilliğine, Levent Kırca stayla kameralara dönüp, "Eee! Başımızda bunlar oldukça biz çoooook dayak yeriz!" tarzı mesaj bombardımanlarına rağmen, New York'ta 5 Minare adlı filminde gözyaşı döken teyzelerden biri de benim. Bunu bilin istedim. Sevgili okuyucularım.

9 Kasım 2010 Salı

MUTFAKTA BİRİ Mİ VAR?

FESLEĞEN


Sabah kalktım, evden çıkmadan evvel bi' duşa girivereyim dedim. Şampuanım bitmiş, ev arkadaşımınkine sardım. Bu gerçekten kendisinin tam da bir önceki cümlede haberi oldu. Neyse... Şampuan benim her zaman kullandığımdan farklı, dolayısıyla ambalaji ve yazıları da... Neymiş diye bakıverdim, niyeyse görselinden wording'ine her şey tanıdık... Bu, benim bundan 1 sene + birkaç ay evvel staj yaptığım reklam ajansında bizzat çevirdiğim; genel dilbilgisinden, abuk saçsal terimlerine kadar ince ince Türkçeye çevirdiğim, grafikerin tepesinde bekleyerek arka & ön etiketlerini yaptığım şampuan! Tuhaf bir his. İlk ciddi emeğim, bir şampuan şişesinin üzerinde.

Bugünse, şu an çalıştığım yerdeki ilk senem doldu. Kutlamak için Kanyon'a gidelim dedik, hiçbir yerde boş masa bulamayıp McDonald's'a oturduk. Sonra mesaiye kaldım. Kimse de çiçek yollamadı. Ne mutlu ki evde hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda, 3 adet şampanya kadehimiz vardı.

5 Kasım 2010 Cuma

YARIN OLSUN, YARIN OLSUN DİYE RENKLER SOLUYOR ///

Roma yakınlarında Nemi adlı bir köyden patiseri vitrini

Madem canım Cuma gecesi Cuma gecesi dışarı çıkmak istemedi, yalnızım... Yazayım o hâlde be dedim. Koydum bir kadeh roze'mi, -ki bu yaz kendisine blush denmesi uygun görüldü, yazıyorum. Orhan Pamuk'un son kitabını almışım bir şekilde. Ama bir türlü okumuyorum. Niye? Mutlu olduğum günlere saklıyormuşum. Kafamda bir hayal: genişçe bir koltuğum varmış evimde, inceden bir abajur ışığı, kocaman bir kupadan kahvemi yudumlayarak okuyormuşum... Bilirsiniz bu kofti bohem dekorları ne çok sevdiğimi. Fonda Chopin çalıyormuş. (Gerçi iş yerinde hâlâ fonda ara ara Chopin çalıyor, Chopin yoksa Ajda Pekkan) Orhan Pamuk'un son kitabı demiştim, baktım hayalimdeki kofti dekora yaklaştım, e hayalimdeki mutluluğa da yaklaşmışım, başladım: Manzaradan Parçalar. Orhan Pamuk benle yaşıt olsa, bir de blogu olsa, böyle olurdu... Hâlâ okumaya kıyamıyorum, ne demiştik seneler evvel? Şüphesiz ki hayatta olan yazarlara bağlı olmanın en güzel yanı, bir gün yeniden güzel bir kitap yazacak olmalarıdır.

Bu arada hâlâ ortada bir geniş koltuk yok. Abajur, henüz yok. (Ama çok yakında!) Kokulu mumlar, gani... (Teşekkürler IKEA!) Zaten hepsi tamam olsa bile, hayalimdeki siyah topuklu çizmeyi almadan tamam olamaz, her şey.

Annem dün akşam bir kutu yaprak sarması göndermiş. Sabah şirketteki buzdolabına koydum, üzerine tabii ki adımı yazarak. Ofisboy'a "Ya bunu kimse yemez di mi?" diye sordum. "Ne bileyim Jelatin Hanım, buradaki insanlar... Nasıl desem... Biraz aç! Söz veremem." dedi. Gün içinde herhalde bi' 8 kere filan dolaptaki yaprak sarma kutusunu kontrol ettim. Sağlam! Eve geldim, tek tek öptüm her birini. 3 tabak yedikten sonra sızmışım. Bu arada bilgisayarımdaki masaüstü fotoğrafım aşağıda görülen fotoğraf. Çok yemek yemeyeyim diye koymuştum. Pek de işe yaramadığı aşikar.




4 Kasım 2010 Perşembe

CEN-NET-TEN GELEN / BİR MELEKTİ SANKİ

Google imaj'larından blog fotosu yapmak da sooo tacky be hafız!

Madem 28 Ekim yarım gün, (o da niyeyse? ertesi gün katılacağım kortej / yürüyüş vs. için provalarım mı devam ediyor? Hemşirelerin ve izcilerin önünde ben! tüm ihtişamımla! Cumhurbaşkanı'nın önünde yürüyorum!) - ki bu noktada muhtemelen ne'den bahsettiğimi unuttunuz. Madem 28 Ekim yarım gün, bu yağmurlu günü niçin uzun zamandır ve hatta tam 1 senedir çok istediğim bir şeyi yaparak değerlendirmeyeyim? dedim. E.'yi de ikna ettim, önce dolmuş, ardından tramvay yoluyla kendimizi Kapalıçarşı'nın kollarına attık. Baktık açlıktan bayılmak üzereyiz, araya taraya, sora sora Havuzlu Restaurant diye bir yer bulduk. (Bu arada Küçük Sırlar dizisinde yalı çapkını / özel kolejlerde eğitim görmüş, köklü bir aileden gelen Sinem Kobal, "restoranT" diye telaffuz ediyor bu kelimeyi. Avamlığın Boğaziçi - ODTÜ mezuniyetiyle BİLE geçmeyen bir şey olduğunu evvelinde tecrübe etmiştik. Ki zaten önceki episodlarda babayne'si de gittikleri restoranTTTTa garsona, "Sizin özel bir spesiyaliniz vardı?" deyivermişti. Melekler Korusun adlı bir dizide yıllarca pastoral ve çirkef bir yaşlı teyzeyi canlandıran bir oyuncuyu 2 hafta sonra zengin, soylu bir yalı kadını olarak cast'lamanın da anlamını çözebilirsem mutlu olacağım. Yaşlı kadın oyuncu kalmadı zahir...)

Neyse Havuzlu Restoran'da biz yemeklerimizi filan İtalyan moda ikonlarıyla, İspanyol aileleri ve Fransız karizmalarıyla yedikten sonra, hooop kahve. Sonra hooop pırlantalar, altınlar, kürkler... Lakin yolda giderken hep, "Kaybolalım Kapalıçarşı'da, yön duygumuzu kaybedelim. Tadı daha iyi çıkar!" gazlamalarıyla birbirimizi FAZLA ateşlediğimizden midir nedir, kendimizi niyeyse mütemadiyen aynı dükkanların önünden geçerken buluyoruz. Ah yine Atatürk desenli halı, aa aynı gümüşçü, aynı bi'şeyci... Derken ara sokaklardan birinde, kalpakçı görüyoruz. Modernize edilmiş, Türkleştirilmiş kalpaklar... Kulaklı mulaklı, yarı kalpak, yarı pilot şapkası veriyor satıcı çocuk E.'ye. "Bakın bu daha uygun kızlara.." E., aynadaki yarı Tanya, yarı Sabiha Gökçen aksini incelerken, ben "Yani şöyle Çarlık Rusya'sı stili bir kalpak arıyoruz!" diyorum. Çocuk bir adet Yeniçeri şapkası gösteriyor, mankenliğini kendisi yaparak. Çocuğun suratına mı patlatayım kahkahamı, saklayıp dışarıda mı savurayım derken, yine atıyoruz kendimizi sokağa. Üzerimizde böylesi bir turist gamsızlığı, her yanımız Evropalı, biz de kim bilir hangi Avrupa şehrindeyiz!

Günün ganimeti ise: incecik bir altın yüzüğün tepesinde güzelliğimi ve asaletimi simgeleyen bir inci.

Şüphesiz ki görsel şölen namına ne varsa, Kapalıçarşı - Mısır Çarşısı arasında yürünen yolda var. (Ki sonradan öğrendiğime göre ismi Mahmutpaşa'ymış) Suratı yağmurdan ve çamurdan kararmış çocuk mankenler, şirinlik olsun diye bıyık çizilmiş çocuk mankenler, müthiş gelinlikler ve tuvaletler, (kimin satın aldığını asssla bilemediğim), maksimum seksapel ve gösterişte nevresim takımları... Boynundan ip geçirilip tavana asılan bebek manken ise son noktaydı ve o da tüm haşmeti ve korkunçluğuyla blogumu terörize ediyor görüldüğü üzere.



Ne mutlu ki Mısır Çarşısı'na girdiğimiz anda, Mahmutpaşa'da kaybettiğimiz Evropai cemaate yeniden kavuştuk. 100 gr vanilyalı siyah çay, 100 gr da gül çayı alarak geziyi sonlandırdık. Boynumda müthiş eşarbım, çantamda mis kokulu çaylarım, incili yüzüğümle Asmalı'da ayaklarımızı dinlendirdik. Hatta ben, deri çizmeden yağmur yemiş ve derinin boyasından simsiyah olmuş ayaklarımı... Ertesi gün kahvaltımı ettikten sonra paramı harcadığım ilk şey, bir çift yağmur botu oldu.