30 Ekim 2012 Salı

BAYRAM


Bir bayram daha fakirlik ve fukaralıktan, bayramı yurt dışında geçiren zengin dostlarımın internetlere yüklediği fotoğraflara öylece bakarak geçti. Ahdım olsun, seneye bayram tatilleri lokum gibi. Birinde bir şekilde Amerikal-la-lal-la!

Biz de bir yerlere gittik tabii ki. Ben Ankara'ya gittim. Arife günü efendi gibi 6 saatte aldığım yolu, pazar günü dönüşte 8 saatte aldım. En fenası ne biliyor musun? Dönüşte muhakkak annemin elime tutuşturduğu salça kavanozuyla / nar ekşisiyle / bir poşet mandalinayla Alibeyköy'e inmek. Yapayalnız servis beklemek. Sonra servise binmek. İnmek. Taksiye binmek. O an içinde yalnızsın. Benim bu şehirde yalnızlığın dibine vurduğum yegâne an o'dur. Ya Alibeyköy ya da Sabiha Gökçen çıkışı HAVATAŞ neşesi... Ne sabaha karşı kalkıp kendime serum taktırmaya tek başıma hastaneye gittiğim anlar, ne de pazar sabahı birlikte kahvaltı yapacak bir allahın kulunu bulamamak bu kadar koymaz. Allah koydurmasın. (Bir de, acaba biri sürpriz yapmış da gelmiş olabilir mi? heyecanının bir tarafına girmesi var ki... Bayılırım.)

Neyse bu sefer, "Aaayh!" dedim be! "Sözüm parama geçer." Bindim taksiye eve geldim. Zaten onca ağırlığı da in'le bin'le karşılayamazmışım. Eve geldim, bir duş aldım. Kendi evimdeyim, mutluyum. Mutluyuz de mi Sadık?




Bu arada, uzun bir süre sonra Bilkent'e gittim. Koridorlarında dolaştım. Sonbaharın bambaşka bir güzellik kattığı bahçesinde yürüdüm. Oturup kitap okuduğum bankına oturdum, ders aralarında sigarakahve yaptığımız avlusunda durdum. Çok güzeldi.

Bir de, mezun olduğun okulun koridorlarında yürürken iş telefonunun çalması, birden gündeminin değişip zamanında kapısının altından essay fırlattığın hocanın odasının önünde tek kişilik kriz masası oluşturmak... değişikti. Bir kez yılbaşı öncesi, bir kez de baharda gitmeli.

Bu bayram da böyle geçti. Ben döndüm.

22 Ekim 2012 Pazartesi

PİN





Zannediyorum sene 2005 - 2006. Bloglarda birden bi Pinhani furyası başladı. Pinhani'nin çıkış noktası, gerçekten de internet oldu. Hayır, Koç Üniversiteli Hayalet Sevgilim İrem gibi değil; Pinhani, bilerek ve isteyerek profesyonel işleriyle internetteydi. Pinhaniciler, şarkılarını internet sitelerine yüklediler ve insanlar indirdi. Adamların açıklaması ise kısa ve netti, "Zaten indirecekler, bizden indirsinler dedik.."


Ve işin tuhaf yanı, şimdilerde / zilyon sosyal medya opsiyonunun içinde Büyük Ev Ablukada'nın kendini duyurmaya çalıştığı gibi (Yalan Dünya öncesi Büyük Ev Ablukada'an bahsediyorum tabii ki!) veya Nil Karaibrahimgil sevimlisinin 1.99TL'ye CD çıkartması ve kocasının (onbinlerce liralık) beleş danışmanlıklarıyla Turkcell Müzik'e şarkılarını büyük paralara satması gibi stratejik hamleler değildi Pinhani'nin yaptıkları. Daha ziyade, Hayat Sevince Güzel'de Münir Özkul'un "Zaten ağaçlara tırmanıyor çocuklar kiraz yemek için. Bari ben toplatıp vereyim ki sıkıntı olmasın.." naifliğiydi.

Canlarım Pinhaniler, hatta o dönem kendilerinden bahseden bloglara yorum filan bırakırdı. Sene 1956. Tayyörümü giymişim, Yüksekkaldırım'a çorap almaya gitmişim.

Sulandırmayayım, sonra araya Kavak Yelleri girdi filan. Ben bu grubu unuttum. İstanbul'a geldiğimin ilk senesi, bazen oturur dinlerdim, "İstanbul'da"yı. İstanbul'da kimim vardı? Birisi varsa da "Ben varım?" diyebiliyor muydu... Vs. vs. Burada tam bir Ayşe Özyılmazel gibi hüzünlü bir şekilde klavye tuşlarına dokunurken bana acımanızı, "Ah canııım." filan demenizi bekliyorum. İçinizden. Tenks.

Abicim inanmazsın tam 1 haftadır hardcore Pinhani dinliyorum. Utanmasam midterm'lere çalışıcam, paper'ım için kütüphaneye gidicem, mikroekonomi sınıfındaki çocuktan hoşlanmaya başlıycam, efendime söyleyeyim 16.40'taki TM servisine yetişmeye çalışıcam...

1) Başım düştü saksıma ne güzel bir tabir.
2)  Başından geçeni anlat, masaldır benim için ne muhteşem bir tabir.
3) Ne güzel güldün.. Ne güzel şarkı!..


4) Yitirmeden ne akıllı şeyler söylüyor?!

Acaba diyorum, siz de dinleseniz, hep beraber sonbahar melankolikleri olarak kollarımıza uzun gelen hırkalarımızın yardımıyla iki elimizle tuttuğumuz bitki çaylarımızı mı yudumlasak?


4 Ekim 2012 Perşembe

YENİ CAMİ, KARABATAK ÇOK BOZDU ABİ, YAPRAK SARMALAR VE BAŞKA ŞEYLER


Yeni eve geleli tam 3 hafta oldu. Hâlâ tam ev olmuş değil gibi... Gibi, gibi. Güzel bir TV altlığına ihtiyacım var, şu an bir bilgisayar monitörü büyüklüğündeki televizyonum IKEA'nın 25 TL'lik beyaz sehpasında duruyor. Çok güzel kartpostallarım, pek şahane siyah beyaz fotoğraflarım ve tüm bunlarla yapmam gereken dekorasyon projelerim var. Ama bir de dün sabah bir gazla Paris'e aldığım gidiş dönüş uçak bileti! Yani, Ocak sonuna kadar sadece yoğurtla beslenmem gerekiyor ki, Paris'te kuru ekmekten de başka şeyler yiyebileyim, kafamı bir odaya sokup uyuyabileyim. Demek ki böyle oluyor yetişkin hayatı, bir şeyleri bekletmen, ertelemen gerekebiliyor. Bir de tam bir yetişkinlik örneği gösterip şirketin emeklilik programına yazıldım, orada paracıklarım birikecekmiş yavaştan yavaştan... Acaba hazır yeri gelmişken çocuğumun anaokulu taksitlerine de başlasam mı şimdiden? Bilemiyorum.

Bu arada, yoğurtla beslenmem gerekiyor demişken, ben oturdum yaprak sarma sardım. Yaprak sardım ya da... Ne diyeyim? Etli yaprak sarması yaptım, pişirdim! Bunun için 4 gün öncesine, evde oturmaktan sıkıldığım bir gün kendimi Eminönü otobüsünde bulduğum o sıcak ve nemli pazar gününe dönmemiz gerekiyor.

Eminönü'nde öylece sersem sepelek yürürken, kendime mini bir sarımsak rendesi, bir dolma oyacağı, bir de high-tech bir patlıcan oyma aleti aldım. Patlıcan oyma konusunda ne denli meydan okuyan karakterde bir insan olduğumu bilirsiniz. 

İki adım daha yürüdüm, muhteşem bir yaprak sarma aleti gördüm. Sadece 5 TL! Attım torbaya. "6 yaşındaki çocuk bile sarabilir!" dedi satıcı adam. Hmmm! Meydan okuyan açıklamalar bunlar! Peki asma yaprağını nereden bulacağım? Ne mutlu ki karşısındaki dükkan kilosu 10 liraya Tokat yaprağı satıyor. Bu arada bir tütüncünün önünde öyle saçma durmuşum, tezgâha bakıyorum. Acaba alabileceğim ilginç sigaralar var mı diye filan... Esnaf sinsice yanıma yaklaşıp, "Hanımefendi, Deniz Seki'nin Serdar Ortaç'ın kullandığı kağıtlar bakın bunlar :)))))" dedi. Tövbe yarabbim. Benim o yaprak sarma aletiyle ne saracağımı düşündü acaba :((

Neyse ben elimde yaprak sarma aletim, buram buram kokulu salamura asma yapraklarımla Yeni Camii'nin yolunu tuttum. Cami de yani uhrevi ortam, içeriye Tokat yaprağıyla girmek nasıl olur diye düşünüyorum... Hafiften utanmışım filan. Ama bir yandan da gelmişken uğramak istiyorum. Çünkü daha önce iki kez dua ettim Yeni Camii'de, ikisi de kabul oldu. Yani Yeni Camii'nin öyle şahane bir yeri var gönlümde. Neyse. Aneeeem, içeriye bir girdim, poşetler altındaki Tokat yaprağından utanarak içeri giren ben ve yüzyıldır değiştirmediği çoraplarından katiyen utanmayan milyonlar!.. Vay anam babam! O koku, o ten, o dokunuş!.. Ah buuuu, deliliiiik, sarsar yüreğimi!.. :(((((


Ortalık yerde kavga eden arsız çocuklar, bağıran bebeler ve umursamaz analarıyla, Yeni Camii'de pek kontak kuramadım ilgili makamlarla... Galata Köprüsü altında yürüdüm, acıkmıştım... Köprü'nün altında biraz bira ve balıkekmek takıldım. Oradan Karaköy'e, Karabatak'a. Karabatak da sanırım tarihinin en tatsız dönemini yaşıyordu. Korkunç derecede iticiydi. Yalnız oturan bir müşteri kimsenin umrunda değildi. Çıkarken 150 gr filtre kahve çektirmek isteyen bir müşteri kimsenin umrunda değildi. Adeta bir kebapçıymışçasına gelenleri masalara yerleştirmekle görevli bir "adam" vardı. Belli ki o adam yeni gelmişti. Ve yine tek kişi oturan bir müşteri o adamın umrunda değildi. Sinirlenip kalktım. Ve Karabatak ömrümüzde hoş bir seda olarak yerini aldı. Belki hafta içi gidildiğinde eski keyfi bulabiliriz...


Bu da böyle yavan bir yazımdı...