18 Temmuz 2014 Cuma

BARBUNYADA OPERA

Ankara'da yaşarken, ne zaman ailece uzun bir yurt dışı yolculuğundan veya Mersin'deki bilimum yerel mutfaklardan eve dönse(k), annemin eve gelir gelmez ilk işi; kirlileri çamaşır makinesine atıp, yiyebileceğimiz bir sebze yemeği pişirmek olurdu. Zaman zaman taze fasulye, zaman zaman barbunya, bazen de ıspanak olarak masamızda yerini bulan bu "eve dönüş yemekleri" beni küçükken hep mutsuz ederdi. Tatilden dönmenin, normalleşmenin, umursamazlığın yine Ankara'daki evde son bulmasının sembolü: fonda çalışan çamaşır makinesi sesi ve masadaki zeytinyağlı yemek.

Cumartesi sabah vardığımız Çeşme'den, dün gece, plajın duşunda tuzundan arındırdığım, güneşten kurumuş saçlarım ve hala üzerinde kum taneleri olan parmak arası terliklerimle döndüm. Yatağa girip uyumalar. Sabah duş alıp işe koşturduğumdan bu yana aklımda tek bir hedef: kirlileri makineye atıp kendime 2-3 gün yetecek bir zeytinyağlı yemek pişirmek!

Dün Funbeach'te niyet ettim, denizin içindeki o şişme aysberge tırmanmaya! 9-10 yaşlarındaki oğlanlar pıtır pıtır tırmanıp en tepeden denize atlıyorlar. Hazır yanımda benimle dalga geçecek Hande ve Barış da yok, çocuklara tam bi teyze sesiyle seslendim: ÇOCUKLAAAR! BANA DA NASIL TIRMANILACAĞINI ÖĞRETİR MİSİNİZ? 

Ne zamandır barbunya yapmaya kalkışsam, ya fazla haşlanıyor taze barbunyalar ve ardından domatesli momatesli gerçek pişirme prosesinde unufak oluyorlar ya da yemeğin içinde pişse bile semsert kalıyorlar. O yüzden tercihimi konserve haşlanmış barbunyadan yana kullandım. Yanına kıpkırmızı salkım domatesler. 1 büyük boy soğan. Çarliston biber almayı akıl edememişim. Neyse ki salata için çarliston biberlerin kırmızı olanlarından vardı. Ki muhtemelen o biberlerin adı çarliston biber değil. Ancak bu noktada canım böylesine barbunya çekerken, biberlerin ismi ve cismi, Atilla Taş'ın da dediği gibi "i dont care'imde bile değil yani!"...

Teyze sesimle ürküttüğüm çocuklardan biri, ufak bir trik verdi, pıt pıt 3 hamlede kendimi aysberg'in en tepenin bir altındaki, nispeten daha kolay tırmanılabilen kademesinde buldum. Bir de baktım yanıma 9 yaşlarında bir çocuk oturdu. Laf atıyorum cevap vermiyor, soru soruyorum yarım yamalak konuşuyor filan. Hayır karnen nasıl, kaça geçtin filan diye de sormuyorum tabii ki. İşte siz küçük olduğunuz için kolay tırmanıyosunuz, ama burası da bayağı güzelmiş filan diyorum. Sonra dedi ki, ben kayacağım şimdi buradan, ben kayarsam sen de kayarsın.

Uuu, dedim, böyle tehditkar konuşan dominant erkekleri severim. Şaka be, böyle cümleler kurup başıma bir de veli şikayetini mi dolayacağım? O kayarken şişme aysberg içeri doğru göçüyor da, ben de o yüzden dengemi kaybedip düşüyormuşum yani. Ben tutunurken çocuk atladı, sonra ben atladım. Yüksekten düşerkenki o "içinden bir şeyler akma" hissi... Ama aklım daha yüksek olan diğer tarafta. Gözünüzde daha rahat canlanması için buraya oyuncağın bir de fotoğrafını koyuyorum.


En tepeye tırmanmak üzere yeniden aysberg'e doğru yüzerken, yetişkin bir kadın ve yetişkin bir erkek, tırmanmasalar mı tırmanmasalar mı onu konuşuyorlardı. Adam geçen sene denediğini ancak çıkamadığını anlattı kadına, kadın ise geçen sene denediğini ancak çıkamadığını ve bu sene de tırmanmaya hiç niyetli olmadığını belirtti. Bence tırmanmak güzel bir şey. Ve bu güzelliği herkesin paylaşması gerektiğini düşündüğüm için kadına, az önce çocuklardan kaptığım tüyoyu anlattım. Bu arada tırmanmaya başladım. Bunlar beni aşağıdan izlerken (tövbe yarabbim!), kadın bir yandan da adama benim verdiğim tüyoyu anlatıyordu. 

Kendimi en tepeye attığım anda, bir de bakıyorum ki adam da tırmanabilmiş! En tepedeyiz! Allahım evet o an dünyanın en tepesindeyiz ve iki yetişkin insan, en çok çocukların sevdiği bu oyuncağa tırmanabilmiş olmaktan aşırı mutluyuz. Zaferimizin ardından yaşadığımız haklı gururu sindirmeye çalışırken, madem zirveyi 2 kişi paylaşacağız o halde sohbet etmeliyiz düşüncesiyle havadan sudan, tatillerimizden konuşmaya başladık. Adam operacı olduğunu söyledi, ben bankacı olduğumu anlattım. Adam, "Hayatımda gördüğüm, ilk, işini seven bankacısın." dedi. "Siz de benim tanıdığım ilk operacısınız." dedim. 

O bir zamanlar Mersin'de çalışırken, nasıl da bizim yazlıkta yaşadığını anlatırken, ben Ankara'ya ilk taşındığımızda nasıl da babamın kültürlenmemiz adına bizi operaya götürdüğünü anlattım. Sonra benim bu sanat dalını nasıl sevdiğimi, babamın ise asla bir daha operaya gitmediğini... Nasıl da aldığımı üniversitedeyken biletleri çifter çifter, bazen yalnız, bazen bir arkadaşımla gittiğimi; ama çoğu zaman zaten eşlik edecek bir arkadaş bulduğumu. Ben ona, "Mersin'de çalışırken salon doluyor muydu?", diye sordum. O bana, "Nasıl sizin bankada, çok müşteriniz var mı?" dedi. Güldüm. O, Mersin'deki arkadaş tayfasından bahsetti, ben Türkçenin operaya pek de yakışmadığını düşündüğümü belirttim. O Kaş'taki denizde kocaman bir duba olduğunu söyledi, ben "Alaçatı'da çok güzel bir dondurmacı var, yeni açılmış." dedim. Bir noktada adamdan etkilendiğimi fark edip, SAÇMALAMA MERVE! diye kalbime elime vurdum. Bile bile adını sormadım. Bunun yerine, bir zamanlar Mersin'de o oturduğu sitede, şimdilerde Suriyeli zenginler yaşıyormuş bilgisini verdim. Adamın mavi gözleri vardı. Ve beni bozmaya çalışmayan bir erkekle yetişkin sohbeti yapmayalı çok uzun zaman olmuştu. O bana bir zamanlar Türkçe bir operada yer aldığını anlattı. Ben ona, "Yemek pişirirken bazen, bazen de Candy Crush oynarken Digiturk'ün opera radyosundan aryalar dinlerim, büyüyünce İtalyan annesi olacağım zaten." demedim. 

Soğanlarla biberler zeytinyağında, orta ateşte gevşerken, üzerine 1 kaşık biber salçası attım. Yıkayıp suyunu süzdürdüğüm barbunyaları da ekleyiverdim soteye. Bu arada hızlı hızlı biraz domates rendeledim. Sonra domatesler hooop, tencereye. Annem kimyon da koyar barbunyaya, ben de ekledim biraz. Salça tuzluydu zaten, ilave tuza gerek görmedim.

Neden sonra, inmeye karar verdik. Önce o atladı, ben bu kadar yüksekten atlamaya çok korktum. Sonra o aşağıda bekliyor, ayıp olmasın diye atladım. Yüksekten düşerkenki o "içinden bir şeyler akma" hissi... Mutluydum. "Ben bu tarafa yüzüyorum, arkadaşlarım orada!" dedim. O, "Ben bu tarafa yüzüyorum arkadaşlarım orada!" dedi. Tam tersi tarafı gösteriyordu. İyi tatiller deyip ayrıldık. Ben bir daldım çıktım, çıktığımda bana seslendi, "Voleybol oynayacağız, gelmek ister misin? Aran var mıdır?" dedi. "Ayyy hiç aram yoktur." dedim. Yalan söylemiyorum hiç aram yoktur, bi de plajlarda bıngıl bıngıl NE İŞİM VAR VELEYBOLLAN ALLAH AŞKINA! Dilimin ucuna kadar geldi, "Ya adınız neydi bu arada?" demedim. Böyle daha güzel.

Rende domateslerin kapladığı barbunyalar mutfakta hazır ola dursun, ben sigaramı yakıp üzerimde mutfak önlüğümle bu satırları yazmaya başladım. Barbunyalar ve kelimeler boyunca ekranda Digiturk'ün opera kanalı 454.

Büyüyünce İtalyan annesi olacağım ben. Hepsi ondan.