27 Eylül 2012 Perşembe

MUHTEŞEM YÜZYIL - HUZUR SOKAĞI

Seninle Viyana kapılarından boş dönmezdik bence... Şehzade Must.

Öyle Bir Geçer Zaman Ki'yi sevmiyorum. Bir kere, çok ağır, çok ağlak. Karakterlerin hepsi gerizekâlı. Berrin'den hiç hoşlanmıyorum. Ahmet'ten. O baba olacak adamın ağzını burnunu kırarım zaten. (Neyse ki ölmüş zaten.) Mete'nin ergenlik döneminin sadece 4 gün sürmesini zaten çok saçma buluyorum. Mete'nin bunalım döneminin yıllarca sürmesini daha da saçma buluyorum.
Diziyi madem sevmiyorsun, neden izliyorsun diye sorsanız, sadece fragmanlardan takip ederek bu kadar bilgiye eriştiğimi söyleyebilirim. Ciddiyim. Aylin'le Soner iyiydi, Aylin ölmeseydi...

Bu sene şöyle bir bakayım dedim, Osman'ın büyümüş hâli ne güzel bir çocuk-adammış öyle. Ne güzel bakan bir çocuk oluvermiş Osman. Cidden büyüyen kendi olsa, hakikaten öyle güzel bakacakmış gibi.

Malum geçen sene şevkle takip ettiğim tek dizi olan Fatmagül'ün Suçu Ne? (We Need To Talk About Fatmagul) de bitince, ben mala bağlayan gomşu teyze gibi ortada kaldım. Yaz sonu İşler Güçler'e başladım, Suskunlar'ı internetten takip ediyorum. Muhteşem Yüzyıl'ı ise takip etmeyi çok önceleri bıraktım.

Bu sezon biraz da Şehzade Mustafa'nın (Mehmet Günsür) gazıyla Muhteşem'e yeniden dönüş yapayım dedim. Öyle oldu böyle oldu, Muhteşem'de 3. sezonun 3 bölümünü geride bıraktık. Ammavelakin Cansu Dere'ye zerre tahammül edemediğimi dün akşam döktüğüm kurdeşenler sırasında fark ettim. Abisi o kadın çirkin miydi? Ben o kadını güzel buluyordum, ne zaman çirkinleşti? İlk bölümde hardcore rum aksanıyla Acem kızını canlandırırken, şu an nasıl oluyor da bambaşka bir aksanla bir Süryanı kızını canlandırıyor mesela? "SULTANİM?" nasıl bir şey? O, sultanim dedikçe, ve hatta kalan tüüüüm "ı"ları "i" olarak telaffuz ettikçe ben kollarımı parçalamayayım da ne yapayım.

Dolayısıyla her zaman Hürremciydik, şimdi daha da Hürremciyiz reyis. Ha, onun da saraya gelmesinin ardından seneleeeer geçmiş; Türkçeyi hâlâ aynı tonlamayla konuşmasına kıl mıyız, kılız. Ama Hürrem'in kredisi yüksek. Neyse Muhteşem'i bir kenara bırakalım.

HUZUR SOKAĞI'NIN FARKINDA MISINIZ?


Önce Ahmet Hakan yazdı, dedi ki böyle böyle, 80'lere bir zamanlar damgasını vurmuş sevimli bir kitap olan Huzur Sokağı, dizi oluyor. Dizi de tabii ATV'de izleneceği için ATV'de yayınlanıyor. Tamam mı, tamam. İlk bölüm tekrarına bir hafta sonu takıldım, aynen öyle takıldım kaldım. Ne olduğunu anlamadan diziye kaptırdım gittim. Diyaloglar: SAÇMASAPAN. Oyunculuklar: rezalet! Gerçekçilik: SIFIR! Bu dizide beni neyin çektiği ile ilgili en ufak bir fikrim yok. İlgi çekici tek yanı, Samanyolu TV dışında izlediğimiz bir dizinin karakterlerinin türbanlı olması. Hani... Nasıl olacak?

Tüm dizilerde olduğu gibi burada da; tüm zenginler ve içki içen insanlar kötü kalpli, oyunbaz, şımarık. Bunun yanında muhafazakar kesim, o türbanlı kızların aileleri filan, dünyanın en iyi insanları. ŞAHANE bir segmentasyon. Bu arada zenginlerin "iyi kalpliliğe" en dönük insanı olan kızla, muhafazakarların üniversite okuyan, yüzünü Batı'ya dönmüş yakışıklı oğlu (ki bu Kutsi oluyor!) arasında tehlikeli bir yakınlaşma doğuyor. Haa, bu arada Kutsi'nin mahalleden türbanlı bir yavuklusu var. Ama kızcağız okumamış, bir kreşte çalışıyor, gözü Kutsi'den başkasını görmüyor; ama Kutsi kıza biraz mesafeli. Evet, kız bunun değerlerine çok uygun, aileleri çok yakın; ammavelakin Kutsi'de kıza karşı herhangi bir tutku, kalp çarpıntısı yok. Kutsi'nin kalbi Zengin Feyza'ya çarpıyor gibi oluyor. Kutsicim, kalp çarpıntısı çok önemli. GO FOR IT!

Ki, Kutsi'nin yandan yandan gönül vermeye başladığı zengin kız Feyza'yı da görseniz, kalp çarpıntısının sebebini anlayabilirsiniz. Feyza sürekli donla geziyor! Dolayısıyla kız, Kutsi'nin hayatı boyunca görüp görebileceği 2 bacağın 2'sine de sahip olduğu için, Kutsi'nin aklı başından gidiyor, mahalledeki türbanlı kızcağızı unutuveriyor.

Yani dizi, aynen böyle, keskin sınırlarla belirlenmiş, ayrılmış. Mini etek giyip, içki içen kızlar var, bunlar KÖTÜ! Bir de türbanlı kızlar, Mevlana okuyan oğlanlar, iftar sofrası kuran anneler var: bunlar CİCİ.

Nerede okudum, kiminle konuştum hatırlamıyorum. Ancak '80'lerde kitabın bir patlama yaratmasının en büyük sebebi, o dönem hakikaten de üniversite okuyan muhafazakar çocukların, mahallelerine / memleketlerine döndüklerinde o kültür seviyesinde kızlarla tanışamıyor olmaları. Dolayısıyla, o dönem için kitap ciddi bir sosyolojik konuya parmak basıyor.muş. Ammavelakin, zaten şu an Kutsi herhangi bir devlet üniversitesine gitse, kafa yapısına uygun bin tane türbanlı kız bulur. (Ha, kız yüzde 95 ihtimal mezun olur olmaz evlenir ve işi bırakır, o ayrı mevzu... Ama en azından o flört aşamasında bir sıkıntı yaşanmaz.)

Yalnız şu noktada, Kutsi'nin o koruyan kollayan, pozitif ve dingin hâllerinden az da olsa etkilendiğimi utanarak fark ettim. Bu da benim guilty pleasure'ım olsun: Kutsi'nin bakışları. Yani hâl böyleyken ben sanırım Kutsi'den hoşlanıyorum. Tövbe yarabbim, ne diyorum ben. Şaka şaka.

Bu arada kitap, çok uzun bir zaman dilimini ele alıyor.muş. Yani kitaba göre, Feyza hakikaten örtünecek, Kutsi'yle evlenecek ve hatta biz onun kızının yaşantısına tanık olacağız. Bakalım Kutsi'nin pilavlı feyz dolu âşık bakışları bizi kaçıncı episoda kadar heyecanlandıracak.

26 Eylül 2012 Çarşamba

YENİ EV


"2 gün taşınma izniniz var." diyorlar. Diyorlar da bunun yanında bir de eli ayağı çabuk, problem çözücü, zekâ küpü bir anne vermeyi unutuyorlar.  Benim, saçının fönü ve "İstanbul'a gidiyorum elbisesi"yle gelen annem, 2 gün boyunca tam bir Hafiize Ana'ya dönüştü. Yıkadı, ütüledi, çıkardı, astı, kuruttu, sildi, yerleştirdi, pişirdi, topladı, olmadı tekrar başa aldı. İçine sindiği anda yepyeni bir fön daha çektirip kendini Akmerkez'e attı.

Bu arada, 3 sene yalnız yaşamışım, küçüklüğümden bu yana ellerimle kurduğum "personal space"ime bu zamanda daha da sıkı sıkıya bağlanmışım... Annemle kesintisiz geçirdiğimiz o 4 günün sonunda, pazartesi sabahı ofise nasıl koşa koşa gittiğimi, nasıl bir şevkle çalıştığımı anlatamam. Kadın susmadı, susamadı, bir an olsun emir vermeyi bırakmadı abiler ablalar! Biz de insanız. Evde sürekli yürüyen bir tip. Sodayı içtin bitirdin. Onu çöpe atmak için hemen yerinden kalkıp mutfağa yürüyüp, o sırada dolaptan bir elbisemi çıkartıp getirip, sonra onu geri götürüp, başka bir elbise getirip, onun hafif sökülen eteğini dikmene ve tüüüüüm bunları yaparken de kendi kendine dublaj yapmana gerek yok ki be annem?! Yahu sizin anneniz de öyle mi?

Mesela, sodayı içti bitirdi diyelim; ve adım adım üstte yazdığım şeyleri yapacak. Tamam mı? Sodayı içti bitirdi, konuşmaya başlıyor: Şu sodamı da mutfağa bırakayım da senin şu etekucu sökülen elbiseni dikeyim. Elbiseyi getirdi, yanlış elbise getirmiş. Yanlış elbiseyi getirmişim, bunun bir tarafında sökük vs. var mı? Sökük yokmuş. Bunu götüreyim de diğerini getireyim. Elbiseyi getirir. Şunu dikeyim de böyle giyme. Çok belli oluyor kızım. Görmüyor musun bunun söküldüğünü? Neyse dikeyim de sen bunu topuklu ayakkabıyla filan giyme, giyersen de dikkat et. giyeceksen de ayakkabını çıkart öyle giy. Artık bu noktadan sonra içime içime kan ağlıyorum.



Taşınma evvelinde IKEA'ya hayli burun kıvıran, ayyy IKEA da çok kalitesiz canım! diyen beeeen, tüm sözlerimi Modoko'nun birbirinden hayli sevimsiz esnaflarını gezerken geri aldım. Bir kere: çoğu zevksiz. Rengini beğendiğin koltuğun illaki kolçakları arabesk, kolçaklar tam sana göreyse ayakları kızıl, her şeyi tam sana göre diyelim, ÇOT: fiyatı 2000TL! Bir de "kazan farkı" adı verilien -aslında hayli mantıklı bir durum sebebiyle, kesinlikle teşhirdeki takımın sadece kanepesini alıp eve götürme gibi bir şansın yok. Tek bir koltuk istiyorsan 1 ay bekleyeceksin. Bekleyeceksin... Ya da teşhirdeki tam takımı salonuna koyup olası altın günlerine davetiye dağıtacaksın.

Bu arada hiç denk geldiniz mi bilmiyorum. Muhtemelen Ankara'da SİTELER'de, efendime söyleyeyim İstanbul'da Modoko'da gezenler bilir: "Çok katlı mobilya mağazasında çalışan genç kadın" diye bir tipleme var. Bunlar muhakkak platform topuk ayakkabılı, muhakkak full makyajlı, saçlar yapılı... Bir dudağını büze büze konuşmalar, cinnet!

Neyse en son ne ara kendimizi Modoko'nun dudak büzen platform topuklarından koparmaya karar verdik, hatırlamıyorum. Bayılmışım... Kendimi İsveç'in köfteleri ve sınırsız gazı kaçmış kolasıyla meşhur o küçük köyünde buldum. Sonra bir kanepe, bir de hayal berjeri alarak mutlu ve huzurlu bir şekilde evimize döndük. Nakliye 2 gün sonra, montaj da ondan 2 gün sonra.

Şimdi... Bir Cumartesi sabahı tek başıma uyandığımda kendi kendime yanlışlıkla "Günaydın!" dediğim, tuvaletin kapısını kapatmamayı hâlâ unuttuğum, sanırım ilk eşyaların heyecanıyla sürekli düzenli tuttuğum bir evim var. Tüm bir hafta sonu kâh uzanıp kâh oturmak, kitap okurken uyuyakalmak, çay içip müzik dinlemek de güzelmiş.

Çok bunaldığım bir dönemde bir arkadaşımın dediği gibi, "Ne olursa olsun, kapını kilitlediğinde, orası senin..." 


17 Eylül 2012 Pazartesi

YOK ARTIK!

Bir gece usulca dev bir kamyonla girdiğim mahalleye, geçtiğimiz günlerde fiilen taşındım. Manavı, balıkçıyı, tekel bayiini ve bilimum tesisatçıyı keşfettim de; henüz kendime uygun bir kuaför bulamadım.

Şurada bir yazı var ki, içimin yağları nasıl eridi isimli sempozyuma bir numaralı konu başlığı olur.

Bu arada, İşler Güçler'e hâlâ başlamayanız var mı?

* * * 

Bazen geride bıraktıklarınıza kızıyorsunuz, kızıyorsunuz, kızıyorsunuz, içinizden. Sonra birden affediveriyorsunuz ya.. O affediş hâli, kilometrelerce iki elimde 5'er litrelik su bidonuyla yürümüşüm de birden bırakıvermişim gibi... İnsanı ağlayıvermeye zorlayan bir hafiflik. Sonra aklına geldikçe biraz daha sinirlenme, bazen çok öfkelenme, öyle kafanın içinde kavga kavga kavga. 

IKEA evimizin her şeyi bu arada. Yanlış olmasın.


10 Eylül 2012 Pazartesi

FIFTY SHADES OF GREY VE BAŞKA ŞEYLER

OHA İNANILMAZ!! GÜNLER OLMUŞ YAZMAYALIII! diye başlamak da, en bi klişe blogger girişlerinden biri, öyle değil mi?
Bir diğeri: Bloguna Sevgili Günlük diye hitap eden kız.

Ben bu arada, bir Yalın konserine gittim. Rüya gibiydi.
Birkaç gece üst üste dans ettim. Çok iyi geldi. (2 ay boyunca gece hayatına ara!)
Eski evimi kapattım, 8 koli + 3 çöp torbasına sığan hayatımı yeni eve taşıdım. Bir gece nakliyecilerin kamyona bindim. Bana Negro bisküvi ve hiç açılmamış KokaKola ikram ettiler, teşekkür etmekle yetindim.
Koli yapmanıza yardım eden kız arkadaşlarınıza 1 seans manikür borcunuz vardır aslında!

Bu arada, 2 günde Fifty Shades of Grey bitirdim. O kitap akıl kârı değil. Bu biiir.
Menopoz öncesi evde sekssizlikten sıkılan bir ev hanımı fantazilerini kaleme dökmüş. Bu ikiiii...
Öyle bir adam yok! Bu da üç!

Yine de kitapla ilgili en şahane yorum, sevgili dostum Müjde'den gelmişti:


Sonra görüşürüz.