26 Mart 2012 Pazartesi

iPad'de TuneIn VAKASI

Güzeller güzeli ablam, E., bana şahane bir iPad uygulaması öğretti birkaç ay önce.. İsmi: TuneIn. Dünyanın 4 bir yanındaki tüm radyolar iPad'inin içinde! Ben tabii ki kafaya taktım; sadece İtalya (bilhassa Roma) ve Fransa radyoları dinliyorum. (Bu arada sabahları Radyo ODTÜ'de Modern Sabahlar da muazzam bir kurtarıcı tabii!..)

İtalya'dan dinlediklerim: Radio Italia, Latte Miele, Radio Bocconi.
Paris'ten seçtiklerim: Chérie FM.

Başka seçemedim. Bir sürü seçenek var oysaki...

Şimdi şöyle bir yardım rica ediyorum. Burayı okuyan bir sürü insan var. (Yani bana göre hayli çok...) Eğer Türkiye dışında bir yerde yaşıyorsanız, bana dinlediğiniz, bulunduğunuz bölgenin radyolarını söylerseniz inanılmaz mutlu olurum.

TuneIn böyle bir şey işte.. Geceleri bazen kuruyorum Radio Italia'yı, ben uyuyuncaya kadar kendi kendine çalıyor.. Sabah da o uyandırıyor. Roma'da bir kafede, müşteriler gelmeden evvel yerleri paspaslayan delikanlıyla aynı anda aynı şarkıyı dinleme olasılığı bence çok acayip, çok güzel bir şey!

25 Mart 2012 Pazar

BİR CUMA AKŞAMÜZERİ NELER YAŞADIM...


Benim, her ay uyguladığım, zaman zaman 1 hafta gecikebilen bir ritüelim var, o da Ankara seyahatleri.  Cuma akşamı ofisten 1 saat erken çıkar Sabiha Gökçen'e giderim. Kapımın açılmasını beklerken bir iki bira içer, ardından uçağımda mutlu mutlu uyurum. Tekerlekler yere değdiğinde gözlerim açılır. Havalimanının kapısında babam beni bekliyor olur, bir hafta sonu böyle geçer. Pazar akşamı İstanbul'daki evime geldiğimde içimi bir huzur kaplar...

Bu sefer, uçak bileti almayı akıl edebildiğimde bilet fiyatlari artmıştı. Parama kıyamadım, onun yerine Kamil Koç'tan cuma 14.30'a bilet aldım. Derken, 14.30'un çok erken olduğu aklıma geldi. Bileti iptal ettim. Tam o sırada cumaya Ümraniye'de bir toplantı belirdi. Toplanti 16.00'da bitecekti ben 16.30'da Ataşehir'den otobüse binecektim. Biletimi aldım. Oooh..!..

Esasen Kamil Koç'un RAHAT hatlarında yolculuk zevklidir. Çeşit çeşit filmden ve TV kanallarından bir sürü şey izlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamazsın. Cuma günü de böyle olacaktı... Lakin son anda Ümraniye'deki toplantım iptal oldu. Alibeyköy'den binmek zorundaydım. Kendimi Barbaros'a attığım gibi servise bindim. Alibeyköy'de önce kendime bir Max dondurma aldim. Çilekli ve vanilyalı. Ardından yolda acıkmayayım diye bir de tost aldım. Keyfim nasil yerinde ama!.. Anlatamam!.. Bu arada adam, "Tostunuza biraz da yağ süreyim mi?" dedi. Normalde HAYIR! Derim... Sür!, dedim be ya! 40yılda bir Kamil Koç RAHAT Hat keyfi süreceğiz...

Otobüsüm geldi, güzzeeeelce yerleştim. Önümdeki TV'den 2-3 film seçtim kendime, ama hemen başlamadım filmlere. Açtım Show TV'yi Bugün Ne Giysem? izliyorum. Bizimlesin, bizimle değilsin... Elimde iPad'im açık, Mashable'da biriktirdiğim makaleleri okuyorum. İçimden de , "Oooh! Akşama kadar iyi okurum ben burada.." diyorum. Motivasyon dorukta.

Ümraniye'ye geldik, otobüse birkaç insan binmeye başladı. Ben hiiiiiç istifimi bozmadım. Keyfim nasıl yerinde! Derken orta yaş üzeri bir çift tepemde dikilmeye başladı. Adam, "Pardon, benim biletim 23 numara.." filan diyor. Ben de "Evet? Benimki de 23, ne var yani?" der gibi bakıyorum.

Derhal muavin geldi... Adamın biletine baktı, 23. Sizinki? dedi, "Ben internetten aldım." dedim. O zaman inin bastırın biletinizi, dedi muavin. Tarzından hiç hoşlanmadım. Ama nasılsa o koltuk benimdi ve biletimi bastırdığım an onu aşağılama hakkı bende olacaktı!.. Çok sinirlendim. İnerken paltomu unutmuşum. Yerime göz diken yaşlı herif, "Paltonuzu alır mısınız? Biz oturacağız." dedi. Sinirim birkaç kuple daha arttı. Sinirli bir insanımdır.

Yazıhaneye girdim, biletimi bastıracağım. Kadın, sizin için böyle bir bilet yok, dedi. Beynimden aşağı kaynar sular döküldü. Bundan sonraki ilk boş otobüs saat 10'da, dedi. Bu sırada edepsiz muavin valizimi tutuşturuverdi elime. Ben anlamsızca satın aldığımdan emin olduğum biletim hakkında bilgilerimizi cep telefonumdan okumaya çalışırken, indiğim otobüs çoktan terk etmişti peronu. Çok affedersiniz, Ümraniye'nin ortasında, çük gibi kaldım. (Sözün özü, biletimi 2 gün önceye almışım :/)

Başka çare yok, Sabiha Gökçen'den 19.30'da kalkacak Ankara uçağına son anda yer buldum. Attım kendimi en yakın taksiye ve havaalanına. Yolda, sabah ofiste Kamil Koç'un rahat hattını öve öve bitiremediğim Zeynep'i aradım. Sonra dayanamadım, babamı aradım. Salaklığım paylaştıkça çoğalmalıydı.

Dostum, Sabiha Gökçen'in parlak granit kaplı binasına girdiğim an... Oh be dedim, demek ki Kamil Koç da istemedi beni. Ben Kamil Koç'a fazlaydım, anlıyor musun? Kamil Koç beni kaldıramadı. Bana kısaca, bizimle değilsin, demişti.

2 bira içtim. Bindim uçağıma. Kafamı pencereye yasladığım an uyumuşum. Sağ olsun pilot da kaymak gibi sürdü uçağımızı. Tekerlekler yere değdiğinde hiç mi hiç sarsmadı. Bavulumu çabucak aldım.

Esenboğa'nın çıkışında babam bekliyordu.

21 Mart 2012 Çarşamba

SANKİ...

Neden sonra bir gün bu kız parmağında bir yüzükle çıkageldi. Sevindim, sarıldık, kendimize birer kadeh Martini koyduk, ince birer dilim limonla... (Benim şu an yaptığım gibi... Demek istiyorum; ama değil. Yeşil çay içiyorum.) Evleneceğim, Londra'ya taşınacağım diyordu. Ben salak gibi gülümsemeye devam ediyordum. Hani sanki ikimiz de aynı anda aynı adamla evlenecektik. Birlikte, bu evi bırakıp O adamın yanına Londra'ya gidecektik... Tabii ki böyle bir şey olmayacağı gerçeği Martini kokteylimin bilmem kaçıncı yudumunda dank etti kafama. O gece kederden şişeyi bitirmişim.

Şaka şaka. Kısa yollu neler yaparız diye düşünüp küçük planlar yaptık. Bu kiraya bu evde oturmak istemezdim. Birini almak, tabii ki istemezdim! Çünkü birtakım şeylerim vardı kafamda ve başkasıyla katiyen oturamazdım. Birileri bana, "Düşünme yahu, hiçbir uçak havada kalmaz?!" derken, ben kendi kendimi bir şekilde hep rahatlattım. Öyle olmalıydı. Kafamı yormamalı, içimi sıkmamalıydım. Tabii ki mide ağrılarım oldu, ama bundan kimseye bahsetmedim. Ağzımdaki laf hep aynıydı: "Yahu, kafama takmıyorum ev işini. İllaki son dakikada süper bir şey çıkar!" 

Bu arada 1-2 ev gezdim. 50m2'lik gecekondudan bozma yerlerin sırf Akaretler'de diye kira yönünden çılgın atmasına şahit oldum. Bu arada ben bu kızın düğününde dans ettim, gözlerimin önünde benden ayrılıp o adamla evlenmesini izledim, düğün pastasına gözyaşlarımı akıttım filan... Yok bee! Deli misiniz? Ağlamadım tabii ki. Manyak eğlendik o gece!..

Sonra acayip bir şey oldu. Ben terfi aldım, kariyerimi nihayet bir yola sokmuş gibiydim ve ta-taa yanıma birini buldum. Bu evde kalacaktım.

Derken geçen hafta bir gün, bu kızın annesi geldi. Şarap içip, gülüyor, eğleniyor, biri-birimizle şagalaşıyorduk. Bunlar bir yandan koli yapıyorlardı da ilgilenmiyordum. Onun veda gecesi düzenlediği gün ben gece 01.00'e kadar çalışmaktaydım, dolayısıyla resmi bir veda edildiğinin hâlâ farkına varamamıştım. Ertesi gece, o gitmeden bir gün önceki gece köpüklü Martini içtik. Şampanyamsı.

Yattık uyuduk. Vedalaşmaları hiç sevmem. Sarıldık. Hemen kaçtım evden.

Gün böyle geçiverdi... Akşam evime geldim, bir süreliğine benim olan eve... Mutfağa girdim. O notu gördüm. Gözlerim doldu. Ağlamadım tabii ki. Ama işin sonu odur ki dostlar, ben hem şahane ev arkadaşımı, hem de çok yakın bir arkadaşımı gönderdim gurbet ellere. O bana akıl fikir vermeden, Migros'ta akşama birlikte içer, kederleriniz diye şarap seçmeden, nasıl olur.. Nasıl geçer günler.. Lenslerimi çıkardıktan sonra deli divane gibi gözlüklerimi aramama kim yardım eder, bilemiyorum.

16 Mart 2012 Cuma

UZMANLIK


Yorgunluktan bayılacak gibiyim... Ve sanırım bugün, eve girmeden evvel Migros'ta gezinirken, zemin ayaklarımın altından kayıyordu. Hayır sadece his değildi bu. Zemin ayaklarımın altından kayıyordu.

Kendime 1 küçük şişe şarap aldım gelirken, müziğimi açtım. Uzun zamandır dinlememiştim bunu, ağlayasım geldi sonra... İlk dinlediğim zaman ne hissetmiştim, hatırlayamadım. Şu an ne hissettiğimi de unutmamak için buraya not almakta karar kıldım.

Tatlı şeyler de oldu. Ben terfi aldım mesela!.. Nur topu gibi bir zammım, çıtı pıtı bir sıçrayışım, tatlı da bir title'ım oldu. İnsanlar tebrik etti, Pİ'de 3 kişi şarap ve bira içerek kutladık.

13 Mart 2012 Salı

BU BİR BAKLAVA YAZISIDIR


Geçtiğimiz cumartesi, İstanbul'a yeni yerleşen bir arkadaşımızla Boğaz'da tıka basa kahvaltı ettikten sonra, kendimizi Karaköy'ün tatlı sokaklarına attık. Bu arada tepede parıldak bir güneş ve yeni güneş gözlüklerimle adeta The Sartorialist'ten bir kare gibiydim.. Buraları geçelim. Arabayı park ettik, biliyorum ki Karaköy Güllüoğlu 5 adım ötemizde. Ben pek şerbetli tatlı sevmem. Ama niyeyse Güllüoğlu fikri beni daima çok heyecanlandırır. Güllüoğlu baklavalarının incecik açılmış hamuru, içinin Şamfıstığıyla dolu olması, o ilk ısırışta yufkanın çıtırtısı, burnuna gelen mis gibi tereyağı kokusu. (Ki baklavada tereyağı var mı onu bile bilmiyorum aslında... Sanırım öyle hayal ediyorum.) Neyse biz otoparktan Güllüoğlu'nun önüne gelene kadar bu heyecanla yaşadım ben. 1 tane almalı, yemeliydim.

1'er porsiyon Güllüoğlu baklavasını mideye indirir, ardından çok sevdiğimiz Karabatak'ta birer cappucinoyla kan şekerimizi düzene sokarız diye düşünürken ben... Güllüoğlu'ndaki kalabalıkla göz göze geldim.

ALLAH SİZİ KAHRETMESİN YA! Yine oradaydılar. Oradaydılar dediğim, sürekli bir yerlerde kalabalık yaratan insanlar. Lanet olsun SİZE! Adım gibi eminim siz Güllüoğlu'na girerken benim hissettiğim o heyecanı hissetmediniz. Çünkü ben başka başka baklavaları arzulamadım sizler gibi. Sadece Güllüoğlu baklavasını arzulamıştım! (Zira bir anda 3000 kalori alacaksam en güzel ve en meşhur kaloriyi almak isterim.) Ama eminim ki siz rahatça yiyebilirsiniz mahalle pastanelerinin o kadar da lezzetli olmayan baklavalarını.

Çok sinirlenmiştim. Ama yine de inat etmiştim. O sıraya girecek, o baklavadan yiyecektim. Ki.. Orada benim herif devreye girdi. "Çok kalabalık... Beklemeyelim." dedi, sigarasından bir fırt çekerken... "Baklava da baklava!" diyerek çirkeflik yaratan kız olmamak için uzatmadım. "Zaten yemesem daha iyi..." gibisinden bir şey dedim. Karabatak'a doğru yürüdük...

Neden sonra Karabatak'tan yeniden otoparka doğru yürürken, Kağıthane'yi kapalı bulmanın üzüntüsüyle aklıma nedense yeniden Güllüoğlu baklavaları düştü. Saatler geçmişti, kalabalık biraz da olsa azalmış olmalıydı. Derken yeniden incecik baklava yufkası, şamfıstığı ve burnuma gelen tereyağı kokusu... Kaçırır mıydım bu sefer? TABİİ Kİ YİYECEKTİK.

Ammavelakin, dükkânın içindeki kalabalık daha hızlı, daha öfkeliydi. Girmedik bile. 

Akşam Miss Pizza'da 4 kişi toplamda 2 porsiyon tatlıyı (tiramisu ve beyaz çikolatalı kahveli başka enfes bir tatlı) bölüşürken biz, "İyi ki baklava yememişim yahu." dedim. Bak ne güzel şeyler yedim.

Tabii ki o gece, rüyamda Karaköy Güllüoğlu'ndaydım. Çok tenhaydı ve fakat dükkânda pek tatlı da kalmamıştı. Yine de tabağıma bir şeyler koydum. Yiyemeden uyanmışım.


Bu da böyle bir anımdı.

12 Mart 2012 Pazartesi

GÖRÜMCEMGİLİ YEMEĞE ALDIM


Bir gün olur da evlenirsem, sevgili eşimden "kocam" diye bahsedeceğim bir blogum olsun istiyorum. Kocam geldi, kocam gitti, kocamla sinemaya gittik, döndük... Bazen ismiyle de bahsedeceğim; ama çoğunlukla KOCAM diyeceğim ya! Sevgilim, ise sadece ona karşı, seslenirken kullandığım bir kelime olacak. Ki o kelime, öyle güzel. Ne kadar aşk dolu, nasıl da sevgililik mertebesinde bir evlilik yaşadığınızı highlight ederken siz, pek de şık olmuyor. Aslında. Biraz... Sığ kalıyor.

Sevgi + Saygı

Sahi... Kocandan "kocam" diye bahsetmek ne zaman kıro, aşksız, sevgisiz bir şey oldu? Ne oldu da "sevgilim" büyüktür "kocam" oluverdi? Nedir?