24 Kasım 2014 Pazartesi

HARNUP PEKMEZİ

Kim bilir daha önce kaç kez gördüm o rüyayı... Annem, babam veya kardeşim kansermiş. Rüyamda bir ağıt içerisindeyim, büyük bir üzüntü. İçimi koparır gibi ağlıyorum, ağlayarak uyanıyorum. Uyandığımda şükürler olsun diyorum, rüyaymış. Kalkıp bir bardak su içiyorum. Çünkü annem, ne zaman kötü bir rüya görsem, "Suya anlat." der. "Ya aç çeşmeyi içinden geçir rüyanı, kalkıp bir bardak su iç ya da..." Kötü rüyalar suyla beraber akıp gider çünkü.

Geçen hafta yine bir rüya gördüm. Elimde, tam da Bilal'e anlatır gibi yazılmış bir pataloji raporu. Akciğere metaztaz yapmış, filan yazıyor. Normalde, 8 Kasım'dan önceki hayatımda gördüğüm bir rüya olsa bu, biliyorum ki ağlayarak uyanırım. Nasıl bir dinginlik, sabır çökmüşse içime rüya içinde, "Tamam..." diyorum, zaten kemoterapi alacaktı, akciğerler için de bir kür uygularlar artık. İleri seviyedeki tıp bilgim işte rüyamda bu kadarcık bir fikir yürütmeme izin veriyor. Hayat ne tuhaf. Çok üzgünüm; ama kocaman ağlamalara gark olmuyorum artık.

Ki kendimden bunu beklemezdim. Ben zannederdim ki ailemden birinin başına böyle bir şey gelse, yanında katiyen güçlü duramam. Meğer durabilirmişim. Bunu öğrenmesem iyi olurdu. Öğrenmiş bulundum.

Herkes bize, "İyi düşünün." diyor. Biz anneme, "İyi düşün." diyoruz. Bir noktadan sonra sanıyorsun ki, bu zamana kadar hep kötü düşündüğün için gelmiş bunlar başımıza. Ama gerçekten, samimiyetimle söylüyorum hiç kötü düşünmemiştim. Biyopsi raporunun tabii ki temiz çıkacağını düşündüğüm gün, sırtı açık elbisemi giyip işe gitmiştim. Bir Cuma günüydü. 14 Kasım. Akşam önce rakı balık yapacak, ardından Selami Şahin'e gidecektik. Pazar günü İstanbul Maratonu'na katılacaktım.

Annem iyi olacak. Bunu çok istiyorum. İyi düşünüyorum. Ama çok korkuyorum.

Bu yaşıma kadar metaztaz ve pataloji kelimelerinin nasıl yazıldığını öğrenmediğimi fark ettim bu süreçte. Normalde buraya bir şeyler yazarken emin olmadığım kelimeleri TDK'ya teyit ettiririm. Bu sefer yapmayacağım. Öğrenmeyeceğim. Kimse öğrenmesin. Öğrenmek zorunda kalmasın.


7 Kasım 2014 Cuma

7KASIM

Bu Kasım ayı challenge olayı daha 6. günden bozdu beni.

Dün gece erken yattım, pırıl pırıl uyandım. Hava müthiş, bugün cuma ve saçımdaki bombastik düğün fönüyle akşam evde balık pişiririm artık.

Züğürt tesellisi demezseniz eğer; güvenilir ve iyi kalpli insanlarla çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum bazen.

Görüşmek üzere.

5 Kasım 2014 Çarşamba

5KASIM

Günleri doldurmakla geçiyor ömrümüz...

"Bu pazartesi nasıl geçecek?"
"Bugün de salı; ama ben bugünü sabah uyandığımda çarşamba zannediyordum."
"Neyse haftayı ortaladık".
"Tamam ya; bak bugün perşembe?!"
"En azından cuma!"

Ne olacaktı halimiz?

4KASIM

Gone Girl sağ olsun, 2014 - 2015 sonbahar sinema sezonunu hayli güzel açtık. Ben galiba hiçbir zaman, Ben Affleck'i, sırf bir klipte Jennifer Lopez'i teknede poposundan öpen adam olduğu için ciddiye almayacağım. Gone Girl'de de almadım; ama sağ olsun senaryo kurtardı. Gone Girl'e gidiniz.

Bugün de Yiğit'in gazıyla kendimizi The Judge'da bulduk. Evladım sinema biletleri olmuş kişi başı 18 milyon! Ne diye evde korsandan kendimizi yaya yaya izleyeceğimiz filmler için kendimizi sinemalara kapatıyoruz? Ha bana kalsa Çağan Irmak'a gider, birkaç damla gözyaşı dökerdik. Ama sinsi biletleri alıvermiş bile. Neyse zaten The Judge da Babam ve Oğlum'u aratmayacak bir hâllerdeydi. Yabancılık çekmedik. Yiğit galiba filmi sevdi.

Robert Downey Jr hoş çocuk... Sevgilisi var mı acaba ya?


3 Kasım 2014 Pazartesi

3KASIM

Çocukluğumdan, Mersin'e ait bazı anlar var. Mutlu anlar. Genel anlamda mutlu bir çocukluk geçirmeme rağmen, pek huzurlu bir çocuk olmadığımı biliyorum. Bununla da çok sonradan barıştım. Eleni barıştırdı.

Neyse...

Mersin'in evleri panjurludur. Neden bilmiyorum, birçok evin beyaz plastik panjurları olur. Belki hep çok güneşli olmasından, belki annem yağmurdan camların kirlenmesini hiç istemediğinden... Geceleri kapatırız, gündüzleri açarız. (Ay ne kadar ilginç!) "Panjuru çekmek" var mesela, bir ip yardımıyla tamamen yukarı kaldırıyorsun. Panjuru açmaksa, öne doğru ittirmek işte. Aydınlık, ama gölge... (Bu kadar uzun ve anlamsız bir ayrıntıyla anlatmamın sebebi, Ankara'da da İstanbul'da da pek panjurlu evle karşılaşmamış olmamdır, affola.)

Şu çirkinliğe bak, tövbe Yarabbim!

Bazen, sanıyorum sabahları karanlığa uyanmayalım diye, panjurlar önde uyuyoruz. Yağmur yağıyor geceleri, sanıılanın aksine Mersin'e çok yağmur yağar kışın, yağmurun damlaları pıtır pıtır panjura düşüyor. Diyelim ki uyandın o pıtırtının sesine bir gece vakti. Ertesi gün tatilmiş diyelim. Hava karanlık, ertesi gün tatil olduğunu biliyorum. Uykunun içinde tarifi imkansız bir mutluluğa boğuluyorsun. Öyle anlar sanki, hayatın insana verdiği küçük hediyeler gibi. Belki bembeyaz bir Ankara sabahına uyanıp, okulların tatil edilmesi gibi büyük bir hediye değil; ama işte küçük sürprizler... Şunun şurasında 30'uma 2 kalmış. Hâlâ çocukluğumun mutlu anları denilince, Süper Baba gecesi annemin güzel bir yemek yapması değil de bu geliyor aklıma. 

2 Kasım 2014 Pazar

2KASIM

Heyecanla bir şeyler anlatırken ben, beni pürdikkat dinleyen birilerinin olması kadar beni mutlu eden bir şey var mı? Çok az. Heyecanla yazdığım bir şeyi, pürdikkat & zevkle okuyan birilerinin olması belki de... Dolayısıyla karşı cinsle temaslarım sırasında da X kişiye olan ilgimin en belirleyici özelliği, öğrendiğim / yaşadığım bir şeyi anlatma arzusunun dozu oluyor. Nasılsa dinlemez, nasılsa dalga geçer, nasılsa umursamaz hissiyatı berbat bir duygu. O berbat duyguyu hissettiren adama takılıp kalmak ise bambaşka bir basiretsizlik. Basiretsizliğim. Hâlbuki bekleme yapma ticari, yürü git! Öyle değil mi? Yürüyüp gitmeyi bir türlü beceremiyorum.


1KASIM

1 Kasım:
Yüzyıllardır kışlık bir düğüne gitmemenin azabı: tuvalet üstüne trençot şıklığı gibi bir şeymiş meğer. LCV yaptığım kız telefonda, 1 mi yoksa 2 kişi mi geleceksiniz diye sormuştu. Ben de "1 geleceğim ama orada 2 olmayı planlıyorum." dedim. Telefonun ucundaki kız, "Tamam ama  o zaman lütfen saçınıza bu sefer daha sağlam dalgalar yaptırmayı ihmal etmeyin." dedi. Suratına 
kapattım. Terbiyesiz kız. 

16 Eylül 2014 Salı

ÜZGÜN SURAT

Güzel ablam E. New York'a taşındı. (Ki kendisi gerçekten güzeldir.)

Cuma akşamları Cavit, hafta içi OffPera'lar, Pazar Yeniköy yürüyüşleri, iç çıkışı Kanyon içkileri, her 28 Ekim öğleden sonrası Kapalıçarşı gezmeleri... Sanki en güzel ritüellerim de onunla beraber gitti.

Artık şakalarımı kim anlar, onu bile bilmiyorum.


Kendimi ezik büzük hissediyorum.

Bari kendimi işime vereyim de başarıdan başarıya koşayım. Belki seneye GMY olur, New York'a uçak bileti alırım.

Bunu da tarihe bir not olarak düşelim.

10 Eylül 2014 Çarşamba

"Bi de ufak rakı aldım, içer miyiz?"*

Ben evlenmem. Evlenmem de şart değil. Arkadaşlarım güzel ve kalabalık. Ben bir şekilde tek başıma da hayatımı sürdürürüm de..

60'ıma geldiğimde, bir pazar akşam üzeri "Hanım ben balık almaya gidiyorum, bak bakalım dolaba salata malzemesi yeter mi? Yoksa çıkmışken onu da alayım." diyecek birinin olmaması üzebilir beni.

7 Eylül 2014 Pazar

NİL BURAK'IN GENÇLİĞİ NE KADAR DA GÜZEL!

Gümüşsuyu - Beşiktaş rotasında, pek tabii ki dolmuştayım. Radyoda Nil Burak'tan Boşvere Boşvere çalıyor. Bir dolmuş için ne sıra dışı bir tarz. Pastırma yazı dedikleri bu mu, saatlerimiz 17.20'yi gösteriyor ve güneş hâlâ yakıyor. Güneş, önümde oturan saçları ve sakalları kırlaşmış adamın açık renkli kirpiklerine vuruyor. Sağ gözünü yandan, neredeyse bir kürenin 3'te 1'i gibi görüyorum, kıvrımlı. Yandan gördüğüm kadarıyla buz mavisi gözleri var. Adam bir zamanlar sarışınmış. Kırlaşmış saç ve sakallarının pantonesinden belli. Böyle, bir zamanlar sarışın olduğu saçlarının pantonesinden belli olan adamları aslında beğendiğimi fark ediyorum. Güneş adamın kirpiklerinin arasından süzülüyor. Galiba yanlış dolmuşa bindim.
07.09.2014 -17.23

14 Ağustos 2014 Perşembe

BAZI

Yaz gelince insan daha bir giriyor içine hayatındaki başarısızlıkların. Başarısızlık da demeyelim. Ama şimdi içimden öyle geldi. Havalar ısınana kadar içinden geçtiğin her bir proje, hazırladığın her bir sunum, bitirdiğin her bir kampanya, üstünden aldığın her bir övgü nasıl modunu yükseltiyorsa; yazın o başarı sandığın her bir şeyin anlamsızlığını bir kez daha görüveriyorsun. Bir de bakmışsın ki kış boyu kastığın, mesaiye kaldığın, kendinden geçtiğin her şey hepitopu 1 haftalık bir deniz tatili için. Rezalet. Yaz dediğin deniz kıyısında bol buzlu, içindeki buzuyla doğru orantılı "fiyatlı" içkini yudumlarken güzel. Fonda da şu çalsın.


Ayy tespit yaptım tam oldu cidden.


İbrahim Tatlıses kendine uçak almış. Geçen ofiste kendi aramızda laflıyorduk. Dedik ki uçak nasıl alınır? Yani hasbelkader çok paramız var ve bir uçak alacağız diyelim. Nereden alacağız? Google'a sorduk. CEVAB VEREMEDİ. Hani böyle, "Bunu mu demek istiyorsunuz? Sunexpress.com" gibi bir akıllılık bile etmedi. Fakirliğimizi yüzümüze vurmaya tenezzül bile etmedi! Resmen Google, fakirliğimizi görmezden geldi. Üstümüze basıp geçti. Sahibinden.com'da bazı pırpır uçaklar var bu arada... Müsait vaktinizde bakarsınız.

Bunun üzerine biri dedi ki, A.rda Turan ve Emre B.elözoğl.u işte Türkiye'de bir tatil beldesinde takılırken, İspanya'ya gidecek olan uçaklarını kaçırmışlar. O akşam da idmanları mı varmış, neymiş. Vay efendim rezil olmasınlar İspanya'daki takımlarına diye, aramışlar Acun'u, "Acun, biz uçağı kaçırdık. Senin uçakla gidebilir miyiz?" demişler. Acun sağ olsun, (merhametli çocuk) uçağını bizim 2 kafadara tahsis etmiş. Ama alan vergisi gibi bir şey ödenmeliymiş, 75.000Euro civarı bir meblağ. İşte o meblağ da bizzat Arda ve Emre tarafından ödenmiş. Acun'unki de paçozluk mudur nedir. Koca uçağın var. Bir jest yapıyorsan, tam yap. Ayıp. Bu arada da o 75bin'i Arda ve Emre aralarında bölüşmüşler midir, uçakta top kek ve kaşarlı sandviç yemişler midir, bilmiyoruz. Kesin Arda ödemiştir, Emre "Abi ben sana öderim sonra, bişi ısmarlarım, şekilli ayakkabı / dar pantolon filan.." demiştir. Sonra yatmıştır üstüne. Emre bu...

Bir ara, bu yaz başı Bodrum'da PoP'ta eğlenirken Seda Sayan'ın oğlu O.ğulc.an'la fotoğraf çektirirken (hatıra fotoğrafı) hasbelkader Ar.da T.uran'la da aynı kareye girdiğimizi anlatmak isterim. Alkol tüm kötülüklerin anası, bazı saçma fotoğraf karelerinin paşa babasıdır.

Sevgiler.

18 Temmuz 2014 Cuma

BARBUNYADA OPERA

Ankara'da yaşarken, ne zaman ailece uzun bir yurt dışı yolculuğundan veya Mersin'deki bilimum yerel mutfaklardan eve dönse(k), annemin eve gelir gelmez ilk işi; kirlileri çamaşır makinesine atıp, yiyebileceğimiz bir sebze yemeği pişirmek olurdu. Zaman zaman taze fasulye, zaman zaman barbunya, bazen de ıspanak olarak masamızda yerini bulan bu "eve dönüş yemekleri" beni küçükken hep mutsuz ederdi. Tatilden dönmenin, normalleşmenin, umursamazlığın yine Ankara'daki evde son bulmasının sembolü: fonda çalışan çamaşır makinesi sesi ve masadaki zeytinyağlı yemek.

Cumartesi sabah vardığımız Çeşme'den, dün gece, plajın duşunda tuzundan arındırdığım, güneşten kurumuş saçlarım ve hala üzerinde kum taneleri olan parmak arası terliklerimle döndüm. Yatağa girip uyumalar. Sabah duş alıp işe koşturduğumdan bu yana aklımda tek bir hedef: kirlileri makineye atıp kendime 2-3 gün yetecek bir zeytinyağlı yemek pişirmek!

Dün Funbeach'te niyet ettim, denizin içindeki o şişme aysberge tırmanmaya! 9-10 yaşlarındaki oğlanlar pıtır pıtır tırmanıp en tepeden denize atlıyorlar. Hazır yanımda benimle dalga geçecek Hande ve Barış da yok, çocuklara tam bi teyze sesiyle seslendim: ÇOCUKLAAAR! BANA DA NASIL TIRMANILACAĞINI ÖĞRETİR MİSİNİZ? 

Ne zamandır barbunya yapmaya kalkışsam, ya fazla haşlanıyor taze barbunyalar ve ardından domatesli momatesli gerçek pişirme prosesinde unufak oluyorlar ya da yemeğin içinde pişse bile semsert kalıyorlar. O yüzden tercihimi konserve haşlanmış barbunyadan yana kullandım. Yanına kıpkırmızı salkım domatesler. 1 büyük boy soğan. Çarliston biber almayı akıl edememişim. Neyse ki salata için çarliston biberlerin kırmızı olanlarından vardı. Ki muhtemelen o biberlerin adı çarliston biber değil. Ancak bu noktada canım böylesine barbunya çekerken, biberlerin ismi ve cismi, Atilla Taş'ın da dediği gibi "i dont care'imde bile değil yani!"...

Teyze sesimle ürküttüğüm çocuklardan biri, ufak bir trik verdi, pıt pıt 3 hamlede kendimi aysberg'in en tepenin bir altındaki, nispeten daha kolay tırmanılabilen kademesinde buldum. Bir de baktım yanıma 9 yaşlarında bir çocuk oturdu. Laf atıyorum cevap vermiyor, soru soruyorum yarım yamalak konuşuyor filan. Hayır karnen nasıl, kaça geçtin filan diye de sormuyorum tabii ki. İşte siz küçük olduğunuz için kolay tırmanıyosunuz, ama burası da bayağı güzelmiş filan diyorum. Sonra dedi ki, ben kayacağım şimdi buradan, ben kayarsam sen de kayarsın.

Uuu, dedim, böyle tehditkar konuşan dominant erkekleri severim. Şaka be, böyle cümleler kurup başıma bir de veli şikayetini mi dolayacağım? O kayarken şişme aysberg içeri doğru göçüyor da, ben de o yüzden dengemi kaybedip düşüyormuşum yani. Ben tutunurken çocuk atladı, sonra ben atladım. Yüksekten düşerkenki o "içinden bir şeyler akma" hissi... Ama aklım daha yüksek olan diğer tarafta. Gözünüzde daha rahat canlanması için buraya oyuncağın bir de fotoğrafını koyuyorum.


En tepeye tırmanmak üzere yeniden aysberg'e doğru yüzerken, yetişkin bir kadın ve yetişkin bir erkek, tırmanmasalar mı tırmanmasalar mı onu konuşuyorlardı. Adam geçen sene denediğini ancak çıkamadığını anlattı kadına, kadın ise geçen sene denediğini ancak çıkamadığını ve bu sene de tırmanmaya hiç niyetli olmadığını belirtti. Bence tırmanmak güzel bir şey. Ve bu güzelliği herkesin paylaşması gerektiğini düşündüğüm için kadına, az önce çocuklardan kaptığım tüyoyu anlattım. Bu arada tırmanmaya başladım. Bunlar beni aşağıdan izlerken (tövbe yarabbim!), kadın bir yandan da adama benim verdiğim tüyoyu anlatıyordu. 

Kendimi en tepeye attığım anda, bir de bakıyorum ki adam da tırmanabilmiş! En tepedeyiz! Allahım evet o an dünyanın en tepesindeyiz ve iki yetişkin insan, en çok çocukların sevdiği bu oyuncağa tırmanabilmiş olmaktan aşırı mutluyuz. Zaferimizin ardından yaşadığımız haklı gururu sindirmeye çalışırken, madem zirveyi 2 kişi paylaşacağız o halde sohbet etmeliyiz düşüncesiyle havadan sudan, tatillerimizden konuşmaya başladık. Adam operacı olduğunu söyledi, ben bankacı olduğumu anlattım. Adam, "Hayatımda gördüğüm, ilk, işini seven bankacısın." dedi. "Siz de benim tanıdığım ilk operacısınız." dedim. 

O bir zamanlar Mersin'de çalışırken, nasıl da bizim yazlıkta yaşadığını anlatırken, ben Ankara'ya ilk taşındığımızda nasıl da babamın kültürlenmemiz adına bizi operaya götürdüğünü anlattım. Sonra benim bu sanat dalını nasıl sevdiğimi, babamın ise asla bir daha operaya gitmediğini... Nasıl da aldığımı üniversitedeyken biletleri çifter çifter, bazen yalnız, bazen bir arkadaşımla gittiğimi; ama çoğu zaman zaten eşlik edecek bir arkadaş bulduğumu. Ben ona, "Mersin'de çalışırken salon doluyor muydu?", diye sordum. O bana, "Nasıl sizin bankada, çok müşteriniz var mı?" dedi. Güldüm. O, Mersin'deki arkadaş tayfasından bahsetti, ben Türkçenin operaya pek de yakışmadığını düşündüğümü belirttim. O Kaş'taki denizde kocaman bir duba olduğunu söyledi, ben "Alaçatı'da çok güzel bir dondurmacı var, yeni açılmış." dedim. Bir noktada adamdan etkilendiğimi fark edip, SAÇMALAMA MERVE! diye kalbime elime vurdum. Bile bile adını sormadım. Bunun yerine, bir zamanlar Mersin'de o oturduğu sitede, şimdilerde Suriyeli zenginler yaşıyormuş bilgisini verdim. Adamın mavi gözleri vardı. Ve beni bozmaya çalışmayan bir erkekle yetişkin sohbeti yapmayalı çok uzun zaman olmuştu. O bana bir zamanlar Türkçe bir operada yer aldığını anlattı. Ben ona, "Yemek pişirirken bazen, bazen de Candy Crush oynarken Digiturk'ün opera radyosundan aryalar dinlerim, büyüyünce İtalyan annesi olacağım zaten." demedim. 

Soğanlarla biberler zeytinyağında, orta ateşte gevşerken, üzerine 1 kaşık biber salçası attım. Yıkayıp suyunu süzdürdüğüm barbunyaları da ekleyiverdim soteye. Bu arada hızlı hızlı biraz domates rendeledim. Sonra domatesler hooop, tencereye. Annem kimyon da koyar barbunyaya, ben de ekledim biraz. Salça tuzluydu zaten, ilave tuza gerek görmedim.

Neden sonra, inmeye karar verdik. Önce o atladı, ben bu kadar yüksekten atlamaya çok korktum. Sonra o aşağıda bekliyor, ayıp olmasın diye atladım. Yüksekten düşerkenki o "içinden bir şeyler akma" hissi... Mutluydum. "Ben bu tarafa yüzüyorum, arkadaşlarım orada!" dedim. O, "Ben bu tarafa yüzüyorum arkadaşlarım orada!" dedi. Tam tersi tarafı gösteriyordu. İyi tatiller deyip ayrıldık. Ben bir daldım çıktım, çıktığımda bana seslendi, "Voleybol oynayacağız, gelmek ister misin? Aran var mıdır?" dedi. "Ayyy hiç aram yoktur." dedim. Yalan söylemiyorum hiç aram yoktur, bi de plajlarda bıngıl bıngıl NE İŞİM VAR VELEYBOLLAN ALLAH AŞKINA! Dilimin ucuna kadar geldi, "Ya adınız neydi bu arada?" demedim. Böyle daha güzel.

Rende domateslerin kapladığı barbunyalar mutfakta hazır ola dursun, ben sigaramı yakıp üzerimde mutfak önlüğümle bu satırları yazmaya başladım. Barbunyalar ve kelimeler boyunca ekranda Digiturk'ün opera kanalı 454.

Büyüyünce İtalyan annesi olacağım ben. Hepsi ondan.

24 Haziran 2014 Salı

HELÖ.

İşimin havalı da bir yanı var ha.. Perşembe buluşalım diyorlar, ben o tarihte Çeşme’deyim diyorum. Aa! Tatil mi? Yok iş için. “Öyle işe can kurban.” diyorlar, gülümsüyorum. Peki öbür hafta buluşalım? Perşembe? Ben o Perşembe Bodrum’a gidiyorum canım. Çüş. O ne biçim iş öyle? Sırıtıyorum.

Alaçatı sezonunu Mayıs Nisan başı açtım. 4 günüm daha bi devir teslim işleriyle geçti. Merabalar merabalar. Sonrasında Bodrum’a yalnız gittim. İşler bitince 3 gün üst üste gittiğim Marina’da 3. Gün, barmen kız, “Ooo? Geciktiniz?” dedi. Biraz kitap okudum, biraz Candy Crush.

Haziran oldu, bana yine Alaçatı yolları gözüktü. Nasılsa Perşembe sabahtan gidiyorum, bari hafta sonunu da birleştireyim. İşler bitti, ben kendimi tek başıma elimde OT dergisiyle bir balıkçıda buldum. Sağ olsun mekan sahibi yalnız bırakmadı. Azıcık sohbet, biraz rakı. Otelin avlusunda cila birası. Cep telefonundan birkaç şarkı, İstiklal Marşı ve kapanış.

Bir de bakmışım ki ertesi gece hava kararmadan Alaçatı Meydan’da bir mekanda içkimi yudumluyorum. Gündüzleri adamlar bana Merve Hanım diyorlar. Merve Hanım’lar gün boyu kulağımda. Beach'lerde acar civelek kızlar bana Merve Hanım diyorlar. Kumlarını saçarak bana limonata ikram ediyorlar. Hepsi neşeli, hepsi güler yüzlü. Akşamları yalnız kalıyorum. Esnafın nabzını tutuyorum. Whatsapp’ten Hande ve Barış’a laf yetiştiriyorum. Mekana giren yakışıklı çocukların ‘90’lı olduğunu gerçekten uzun boylu olmalarından anlıyorum.

İstanbul’da her şey başka işliyor. Hem daha hızlı, hem daha yavaş. Kafam dağınık. Kafam hep dağınıktı, şimdi daha da dağınık. Yaz mı geldi diye? Ya da PMS’ten bu, diyeceğim. İkisi de değil. Yaz uzun zamandır ilk kez iyi geliyor. PMS’im de geçti gitti. Ama hala yüreğim bir sıkışma evresinde. Evlilik sezonuna girdik. Facebook’ta her an birilerinin nişanını, düğününü, kınasını takip ediyorum. Ya da yaşça daha büyük tanıdıklarımın çocuklarının yıl sonu müsamerelerini. Facebook’um her şekilde ya kabarık gelinliklerle ya da kabarık balerin kız çocuğu fotoğraflarıyla dolu. Alaçatı da gelin doluydu. Begonvillerin altında, mavi kapıların önünde naylon gelinlikleri ve 8 kilo sprey sıkılmış topuzlarıyla poz vermekteydiler. Baktıkça sıcağın altında beni evlendiriyorlarmış gibi bunaldım. Ben de düğünümü Alaçatı’da yapıcam dedim kaldığım muhteşem otelin sahibine. Ama asla sokaklarda öyle çirkin çirkin çekimler yapmayacağım. Tamam dedi adam, yaparız.

“Canım senin yaşın gelmiş, zamanın geçmiş, baskı var üzerinde.” muhabbetine hiç girmeyin. Ay hiç orada, gelinde, damatta değilim. Siz bi evlenin de.. Daha radikal bir değişim aradığım. Ama bilemedim şimdi nedir aradığım. Belki de 23 yaşında altında insanlar çalıştıran Buse Terim röportajını okuduğum için geldi bunlar başıma. Kendimi sorguladım. Onu da düşündüm. Mekan sahibi 28'imde kurdum bu işi dedi, belki de ondan. Güzel ablam E. dedi, "E parası vardır, yer onlarındır, babası açmıştır." dedi. Yok dedim, adam aileden bir şey almadan açmış. Napayım adam öyle dedi. Üff. 

Bu yazıyı okuysa güzel ablam E. bana laf eder. Şimdi sana bi tokat atasım geldi der. Yazmayınca da niye yazmıyosun der.


Üffff.

8 Mart 2014 Cumartesi

LAVABO

Mutfak lavabosu tıkalı, günlerdir. Bunu kime söylesem, "Granül malzemeler var, gidere döküyorsun, üzerine kaynamış su boşaltıyorsun, alsana onlardan?" "Mr. Muscle'ın jel lavabo açıcısı var, onu denedin mi?" vs. diyor... HADİ YA?! Lavabom günlerdir, haftalardır tıkalı ve marketlerde böyle bir malzemenin satıldığı aklıma gelmedi gerçekten. Domestos diye bir temizlik malzemesi varmış. Sonrasında da belki Domestos denilen o ürünle tezgahı silerim, tuvaleti fırçalarım filan. NE DERSİN?

78 poşet granül lavabo aç dökmüş, 23 şişe jel lavabo aç dökmüş, kaynatmış, 1 gece bekletmiş filanımdır... İŞE YARAMIYOR! Bir akşam kebapçıda elit bir şekilde kebaplarımızı pastırmalı humusa banarken biz, Ayşe şöyle dedi: Sucuk yapıyor musun? Tavada doğan yağı sıcak suyun altında lavaboya akıtıp, bunun çok zekice bir buluş olduğunu düşünüyor musun?

Evet, düşünüyorum ve haftada en az 1 kez (maksimum 2 kez) de sucuk pişiyor bu evde. Neyse... Malumunuz o yağlar aşağıda bir yerde donup, boruları tıkıyormuş. İyi ama bunca lavabo açıcıya, kimyasala dayanır mıydı bunca zaman? Bilemedim. Babamı aradım, tesisatçı çağıracağımı söyledim. Muhtemelen hiçbir zaman kendi işini kendi halleden bir insan olamayacağımı ve hayatım boyunca dış mihraklara ihtiyaç duyacağımı bir kez daha düşünerek, "Nasıl yani? Kendin açamıyor musun lavabonun altını?" dedi.

Lavabonun altındaki dolabı boşaltarak altına bir adet kova yerleştirdikten sonra, lavabonun haznesini açtım. İğrenç pis su iğrenç kokular yayarak kovaya boşaldı. Ağlamadım. Hazne bayağı tıkanmış. Donmuş sucuk yağları da bana borunun ağzından el sallıyor. İçini tuvalete döktükten sonra yeniden yerleştirdim. Sonuç: daha iyi, su yavaş da olsa gidiyor. Ama kesin çözüm olmadı. Sorun daha derinde. Sorun bende değil, boruda.

Üzerine iki salata malzemesi yıkadım, iki tabağı sudan geçirdim, yine isyanlardayım. Lavaboyu çekiçle parçalayasım var, ama gürültüye komşular gelecek sinirimi onlardan çıkartacağım. (Bir bok da yapamam gerçi, kusura bakmayın der kapıyı kapatırım.)

Sonra bir pazar akşamı ev sahibi arıyor, "Kombinin bakımını yaptırdın mı? Geçen sene de yaptırmadın Allah bilir..." diyor. Beynine soktuğumun iti, bu eski tesisatlı evinde oturup üstüne para veriyorum, bana mülteci muamelesi yapıyor. Pezevenk.

İstanbul'da herkesin kendisini, "ihtiyaç duyulan müthiş varlıklar" olarak görmesi ne acayip bir şey... Anadolu kökenli ev sahibim de öyle, The House Cafe'nin garsonu da... Bu boktan mahallede, bu boktan evde oturmasam başka bir yerde oturamayacakmışım gibi... O boktan kafede oturmasam, 2 adım ötedeki başka bir kafede oturamayacakmışım gibi... Sattıkları her neyse, gidiyor ya, rağbet görüyor ya, kimin talep ettiği umurlarında değil. Dolayısıyla talep edenin memnuniyeti de kesinlikle umurlarında değil.

Bir cumartesi günü gündüz vakti evde sıkılıyorum. Dışarı çıkabilir, vakit geçirebilirim, ama geçen ay fazla açılmışım, henüz ayın 8'inde fakirleri oynuyorum. Lavabo tıkalı, saçlarımın kesilmeye ihtiyacı var, ellerim manikürsüz ve spora gitmediğim için vicdanlardayım. Bu yaşıma kadar, bir yaşıma geldiğimde sıçrayacağımı hayal ederek yaşadım İstanbul'da. Amına koyayım 28'indeyim ve o sıçrama noktasını yakında, uzakta, hiçbir şekilde göremiyorum. Belki o sıçrama noktası hiç olmayacak ve ben hayatım boyunca borusu tıkanan boktan evlerde yaşamaya devam edeceğim. Bunu düşündükçe benim borularım tıkanıyor. Nefes alamıyorum.

O değil de, Mr. Muscle'ın granül lavabo açıcıları varmış. Gidere boşaltıyorsun, üstüne 1 kettle dolusu kaynamış su döküyorsun. Onu mu denesem acaba?

12 Şubat 2014 Çarşamba

MERAL TEYZE

Evime temizliğe gelen Meral Teyze'nin en karakteristik özelliği, eşyaları duvara olabildiğince yapıştırarak kullanılabilir alandan tasarruf sağlaması dışında, cips yemeği çok sevmesidir.

İşim eve çok yakınken, sırf evde yemek yok diye, eve dürüm olur / döner olur taşırken ben; o ısrarla evde alkollü misafir ağırlamalarından kalan cipsleri yemeyi adet edindi. Evde, sırf kalori almayayım, ama çöpe de atmayayım arzusuyla cipsleri dolapların en izbe köşelerine saklarken ben, Meral Teyze'nin cips tutkusunu hesaba katamadım. Yorgun bir iş gününün akşamı yumuşatıcı ve Domestos kokan evime geldiğimde, hep yarısı yenmiş bir cips poşetini buzdolabında bulurum. Ah Meral Teyzem. Muz yemez, ton balığı sevmez, dolaptaki peyniri bana gelirken yoldan aldığı simide katık etmez... Bir cips keyfi var kadıncağızın.

Son sefer beklentileri yükseltti. Geçtiğimiz hafta sonu kebap - rakı coşkusu yaşadığımız bir akşamın üstüne Ayşelerde içerken çantama attığım 2 tane viskili çikolatayı sehpanın üzerinde bırakmıştım ki; eve geldiğimde çikolatalardan birinin eksik olduğunu fark ettim. Meral Teyze tabii ki kendine bir Türk kahvesi pişirip yanında bir de viskili çikolata patlatmış. Hmmm.. Bu evde kendini şımartmayı tek seven ben değilim anlaşılan.

Bu detaya kendimce kahkaha atıp, telefonda annemle paylaşmak istediğimde, "Yazık yahu, yorulmuştur kadın?" deyiverdi. Sanki kadının çikolata yemesine laf etmişim gibi... Halbuki bence komik ve naif olan bu detayı kesinlikle bir art niyetim olmadan paylaşıvermiştim. Neyse... Sonuçta zaten dünyanın tüm Willy Wonka'ları Meral Teyze'me kurban olmalıdır bir yerde... (Dolaptaki yiyeceklere yine dokunulmamış, ancak yarım paket cips lavabonun altındaki dolapta.)

Sonuçta, geçen Instagram'da da belirttiğim üzere; Meral Teyze'nin yeni temizlediği eve gelmek = Hoşlandığın tüm çocukların ofise çiçek göndermesi + 5kg vermek + TV'de Mavi Boncuk'a rastlamak ve daha bir sürü şey

11 Şubat 2014 Salı

ŞUBAT


Jude Law'un "dede" olduğu bir film izledim, Dom Hemingway. Dede, derken, yaşlanmış pörsümüş bir Jude Law'dan bahsetmiyorum. Adamın bildiğin torunu var. Ha, yaşlanmış, pörsümüş evet; ama daha düne kadar bu adam çocuklarının dadısıyla pişiriyordu işi, yan odadan melodiler mırıldanıyordu kulağımıza, en yakışıklı hâli Breaking and Entering'de miydi, yoksa Closer'da mı... Ben daha dün, babamla, "Hollywood Atatürk'ü film yapsa, Jude Law oynasa..."yı konuşurken; önce liseden, sonra Bilkent'ten mezun olmuştum. Alfie'deki hâllerine kurban olurdum. Ama anlamalıydım aslında, koskoca Anna Karenina'da Vronski değil de Karenina'nın sümsük kocası olduğunda... Zaman geçiyor cancağızım. Yıllar arkada birikiyor, bi' an geliyor, anlıyorsun, en süper Vronski'nin aslında sadece Kıvanç Tatlıtuğ olabileceğini. Bak:


Zaman geçiyor, yıllar arkanda birikiyor. Kendimi boklamayı severim, şu 4 küsür senelik iş hayatımda sadece güzel arkadaşlıklar biriktirdim. Sanki aslında çok da bişi olmadım onun dışında. Sadece daha özgür olup, o caaanım arkadaşlarımla daha kaliteli zamanlar geçirmeyi dilerdim. Dev bir plazanın asansöründe beğendiğim oğlanla sigara molalarında karşılaşmayı beklemek yerine... Belki o zaman daha açık ve net, daha fıkır fıkır olurdu karşı cinsle temaslarım. Merhaba, merhaba, ateşinizi alabilir miyim? Teşekkür ederim. İyi çalışmalar.

Algılarım daha az açık olsaydı, daha mı mutlu olurdum klişesine hiç girmeyeceğim. Çünkü sokayım öyle yavan mutluluğa affedersin. Hem zaten bu klişenin, "Çok karakterliyim, özgür ruhluyum; erkekler beni taşıyamıyo." klişesinden ne farkı var? Oğlanlarla sıkıntım yok; ama algıların bu kadar açıkken cep telefonuna düşen saçma sapan bir iş mailinin o an beni kendime getirmesine, ÇAT diye gerçek hayata döndürmesine, aslında içinde yaşadığım şeyin ne olduğunu hatırlatmasına çok gıcığım. Anlıyor musun?

Bir şeyler yapmalıyım, ama ne yapmalıyım?

Ateşinizi alabilir miyim? Teşekkür ederim. İyi çalışmalar.

27 Ocak 2014 Pazartesi

28.

Bu sefil dünyaya hediye edilişimin yıldönümünün bitmesine 1 saat 5 dakika kala, evde oturmuş, huzur içerisinde bulaşık makinesinin çalışma sesini dinliyorum. Kendime, doğum günümde hediye edilen Arçelik Telve'yle güzel bir Türk kahvesi yaptım. 

Sana, ne muhteşem arkadaşlarım olduğundan bahsetmek ister, bazen onların aynı anda gösterdiği o kocaman sevgiden dolayı nasıl ezildiğimden bahsetmek isterim sevgili okuyucum. Ancak nazar değmesinden korkarım. Yalnız derim ki, ne de güzel biriktirmişim ben onları birer birer. Nasıl sevmişim de hayatlarında yer edinmek için uğraşmışım. Ne mutlu ki, galiba onlar da beni sevmiş olacak, kabul edivermişler.

Bir cuma gecesi, 3 kız gidip dedikodu yapacağımızı sandığım Arnavutköy Balıkçısı'nda 10 kişiydik. Ve işte bu kadar güzeldik: 


Sonra onları görünce, "Ay iyi ki doğmuşum!" dedim.
İyi oldu valla.

8 Ocak 2014 Çarşamba

BIZZZT

 
İnanmazsın, 28 Aralık gecesi elit çevremin mikro bir bölümünü yemeğe aldım. Şampanya ve kuruyemişle başladığımız geceye, masada, domates çorbası, terbiyeli ve galeta unlu çıtır tavuk, NOHUTLU PİRİNÇ PİLAVI ve hardallı kaparili patates salatasıyla devam ettik. Beyaz şaraplar su gibi aktı. 


Tuhaf bir an, zannedersin ki üzerimde bir otorite yokken çalışamıyorum. Çalışıyorum, ama daha sakin. Anlıyorum ki yönetici baskısı denilen şeymiş aslında beni ateşleyen. Heyecan olsun, gerilim olsun, iç çekişmeler, iç çekmeler, azıcık gıcccık olmalar olsun... Beni bunlar besliyor ofiste. Yöneticim yokken, kimse, "O ne oldu? Bunu yaptın mı?" diye sormazken, ev hanımı gibi bir şeye dönüşüyorum. Canım börek istiyor, midem kazınıyor filan.

O an diyorum ki iyi ki serbest meslek erbabı filan değilim, esnaf hiç değilim. Sabah da Barış'la konuşuyorduk, "Kesin dükkânı açmayı unutur, mal getirmeye filan üşenirdim." Barış, esnaflığın, "Bu kaça? 3 TL. Al 5 TL. Al 2 TL para üstü..." ekseninde ilerlediğini zannediyormuş. Olur mu öyle şey oğlum, saçmalama. Neyse insan kaçakçısı filan olsam, ki o da serbest mesleğe girer, kesin zencileri kamyonun arkasında filan unuturdum. Puff. :(


Not düşeyim, yılbaşında BİR ANDA! o kadar kimsesiz kaldım ki, iş çıkışı Kanyon Kitchenette'te 3000 kaloriye kafedöpari soslu dev bonfile yiyip şarap içer, eve gidip, "Yüzde kaç depresyona gireceğim acaba?" deneyi yapayım diye düşünüyordum. Neyse allahtan, Ayşecix ve kocası bana evlerini açtı. Geçen sene olduğu gibi bu sene de yeni yıla onlarla girdim. Başkasının evinde, ev sahiplerini uyuttuktan sonra, salonda şampanya içip Orhan Gencebay dinlemek diye bir şey var. Bi' deneyin derim. O kadar plansız ve o kadar güzeldi ki her şey, günde 2 kez filan hâlâ o gecenin Instagram'larına bakıyorum... Kalp.

6 Ocak 2014 Pazartesi

OLUR

Geçen Güzel Ablam E., bana Mr. Selfridge adlı diziden bahsetti, ikiletmeden başladım.
Oturdum, bir de kalktım ki 7 bölüm bitmiş. Çüş Merve.

Geçen bir rakı masasında bir an kahırlanır gibi oldum, o an o masadan eve ışınlanıp, bir bira açarak Orhan Gencebay dinleyerek tek başıma kahırlanmaya devam etmek istedim. Ama ortam o kadar güzeldi ki üşendim, geceye devam ettim.

Geçen 2013'te hayatımda nelerin değiştiğini düşündüm: rakı içmeye başladım, spora başladım, birtakım duygusal çalkantılar, birtakım duygusal durulmalar, iş değiştirdim, çok eğlendim, bi de Meraba ben Yunan adaları gördüm bi ara... Hmm.

Geçen Oldboy'un Hollywood versiyonunu izledim. Saydım, tam 10 senedir bu filmin gelmesini beklediğimi fark ettim.

Geçen, oturup, bazı erkeklerle ilgili bir şeyler yazmak istedim, ama kadın erkek ilişkilerine zerre kafa yormayan heriflere bu kadar mesai harcamak anlamsız olur diye düşündüm, kendimi susturdum.

2014'te sağlıklı beslenelim, paramızın hesabını bilelim, bi de şu uykularımızı bir düzene sokalım n'olur.

Sevgiler.