29 Aralık 2010 Çarşamba

SAKSIDA / İNCİLENDİ / YAPRAKLAR


Bir gün zengin olup, zengin insan evinde yaşarsam eğer, hani böyle evimde şimdikinden daha çok vakit geçiren güzide bir orta yaşlı kadın olduğumda, neyse işte bir zaman, Yılbaşı öncesi evimin salonundaki alçak sehpanın üzerinde böyle müthiş lunapark oyuncaklarından oluşan bir Nöel atmosferi yaratmaya karar verdim. Hepsini aynı anda almaya gerek yok. Önce bir atlıkarınca, sonra dönmedolap, efendime söyleyeyim belki sonra buz pisti filan olabilir. Yeterince param olursa da hepsini bir alırım yani, ne var? Karşınızda geleceğin CMO'su duruyor. Şaka şaka.

Eskiden beri böyle bir hayalim var; ama bu sene kafamda oturdu. Siz de muhtemelen benim bu kararıma şahitlik yaptığınız için kendinizi çok özel ve şanslı addediyorsunuz zaten. Eveeeeet, hadi bakalım.

27 Aralık 2010 Pazartesi

ŞA LA LA

-Alman pastalarının içinde ne var acabaaağ?
Satıcı: "Sevgi, huzur ve umut var efendim!"


Failure #1: Damacanada kalan son suyu sürahiye aktardıktan sonra, buzdolabında da soğuk su bulunsun diyerek, dolaptaki içi yarı yarıya su dolu eski Martini şişesini çıkarıyorum. Öncelikle bir bardak su koyuyorum. Rengi biraz sarımsı, herhalde ışık yansımasından? diyorum, engin fizik bilgimle. Ardından şişede kalan boşluğu coşkuyla missss gibi Erikli suyla dolduruyorum. Fakat şişeden anormal bir koku geliyor? "Hay Allah, kapalı kaldığı için şişe kendi kendine koku mu yaptı?" diye düşünürken, bu arada şişe de içme suyuyla dolar taşarken; yepisyeni, azıcık içilmiş Martini şişesini suyla harmanladığımı fark ediyorum. O sırada, asıl su şişesi olarak kullanılan eski Martini şişesinin buzdolabından bana bakıyor. Martini & Su karışımı, lavaboda döne döne apartman tesisatına karışıyor. Gözlerden akan yaşlar... Elimde tek kalan, bir su bardağı dolusu Martini. Hırsımdan içine limon sıkıp içiyorum. (Hayvan ben?!)

Failure #2: Zara'da çok güzel bir fötr şapka görüp, deniyorum. İnanmazsınız, pek de güzel oluyor. (Mereba ben Carrie Bradshaw çünkü!!) Lakin azıcık küçük geliyor... Peki, tamam, aslında azıcık da değil, kaşlarımı kaldırdığımda şapka gaaaayet GAFAMDAN DÜŞÜYOR! Ahh, medium'muş oysaki?! Bunun large'ı var mıydı acabaaağ? soruma, "Şapkalar standart hanımefendi, isterseniz erkek reyonuna bakabilirsiniz:)" cevabını alıyorum. Kocakafamı nerelere vurayım?

Failure #3: Nişantaşı'nda "Balkona / Pencereye tırmanıyormuş gibi yapan, içeri gireyazan Noel Baba" arayışına çıkmışız. En sonunda Yargıcı'nın orada bir seyyarda yan yana, üst üste, birbirinin sakallarını ezip, şeklini bozacak istifte, Noel Babalarla karşılaşıyoruz. Kimisinde tek bir Noel Baba var, kimisinde 2-3 Noel Baba birden. Hangisini alsak diye düşünürken, satıcı adam olaya ve hatta sattığı "mal"a olan hakimiyetiyle beni benden alıyor. "Bunların hepsinde genelde 1 ya da 2 Noel oluyor. Ama bunda, bakın 3 Noel var!" diyor övünerek. Düşünsenize bazılarına göre Orhan Baba, Müslüm Baba gibi bir şey, Noel Baba. Noel, ismi; Baba ise biz hayranlarının ona gösterdiği bir saygı nidası. vs.


Bu arada Konak Pastanesi'nin çilekli tartoletleri hayatımda tattığım en güzel şey!

21 Aralık 2010 Salı

VENİS


Hani bir Avrupa şehrine gider, ilk olarak şehrin en önemli kilisesinin, efendime söyleyeyim şehrin ilk yönetim binasının olduğu bir meydana çıkarsınız. Kimi zaman rehber anlatır, kimi zaman da elinizdeki kitapçıktan okursunuz: yüzyıllar evvel o meydana binbir ülkeden getirilen mallar yığılmıştır. Etler, sebzeler, baharatlar, kumaşlar, efendime söyleyeyim meyveler, hayvanlar ve hatta insanlar... Hepsi burada satışa sunulur ve şehrin tüccarları bu pazara gelip dükkânları için mal seçerler. İşte Avrupa ile ilgili beni en çok heyecanlandıran tarihi olgu bu! Ne zaman böyle bir şey dinlesem, okusam; hep kendimi o binbir çeşit sebze ve meyvelerin içinde, o tuhaf kokulu et yığınlarının içerisinde hayal ederim. Eminim ki hiç hijyenik değildi, eminim pis kokuyordu; evet. Ama sırf o manzara için birkaç saatliğine de olsa o dönemlere gitmek, şöyle bir gezinmek, alışveriş yapmak isterim. Yoksa aahh o kabarık etekler, afili ruff'lar değil derdim. Gerçekten.

Bunu, bugünkü Migros, MacroCenter, Kapalıçarşı sevgimle, efendime söyleyeyim Marjane Satrapi'nin İran'dan Viyana'ya yerleştikten sonra favori boş zaman geçirme aktivitesinin süpermarketlerde dolaşmak olmasını yürekten anlamamla bağdaştırabilir miyim? Bilmiyorum. Ama... Öyle.

16 Aralık 2010 Perşembe

JALUZİ


Her gün yazacak yeni bir şeyler bulabilen insanları çok kıskanıyorum. Sevgi olsun, nefret olsun, aşk olsun; bunları her gün en güncel hâlleriyle yorumlayarak gezdiği yerleri anlatan insanları, yapılan politik yorumları, şunu yedim, burada şunu içtim bildirilerini. Düpedüz kıskanıyorum. Hatta bizzat şahısların kendi fotoğraflarıyla süslediği yazıları daha da kıskanıyorum. Onu da yapamam, yapmam çünkü; ziyaretçi sayısında belli bir artış getireceğini bilsem bile.

Oysa ben de bir şeyler yaşıyorum evet: gazeteleri nefretle okuyor, sonra akşamları pürkahkaha buluşmalar gerçekleştiriyorum, ben de seviyor, ben de iş'te birbirinden komik an'lara tanıklık ediyorum. Benim de iş'te çok sevdiklerim, nefret ettiklerim var; ama bahsedecek gücüm, isteğim, belki tarzım yok işte.

Sonra insanların "babyshower" fotoğrafları... Bunları kıskanıyor muyum diye uzun uzun düşündüm. Birbirinden zengin insanlar, pahalı mobilyalarıyla döşenmiş evlerinde konsept partiler düzenliyor, doğmamış bebeklerine birbirinden şirin ve marka tulumlar, svetşörtler topluyorlar. Evet, bunları ilgiyle karışık bir tiksintiyle takip ediyorum. Tekrar ediyorum: bunları kıskanıyor muyum diye de düşündüm. Bir sonuca varamadım. Ama gerçekten çok sevmediğim, bazı bazı tanımadığım insanların, kadınların, derisi gerilmiş göbeklerine yapılan zumları, göbekle kompozisyonlanmış obje fotoğrafları filan... O fotoğraf karesinin içine girip "NE YAPIYOSUNUZ ALLAH AŞKINA?!?!?!?!" diye sormak istiyorum. Silkelemek istiyorum her birini. BU NE ÖZENTİLİK? çığlıklarıyla çimdiklemek istiyorum kadınları. Ve onların, "Canım bebişimiz, mis kokulu miniğimiz Cerenimiz, vb." tarzı yorumlar bırakan sevimli arkadaşlarını.

Ahh evet, demokratik ülke, herkes istediğini yapsın evet evet, ama elimden gelen bir şey yok. Ve ben bazı şeylere karşı çok güçlü nefretler besleyebiliyorum. Şunun da farkındayım ki; benim yılbaşı süslemelerine olan düşkünlüğüm de başkalarına özenti, tuhaf gelecek. O hâlde derim ki, benim derdim simle, ışıkla, mis kokulu mumlar ve kokinalarla. Ne İsa'nın doğum günüdür kutladığım, ne de arkadaşımın henüz doğmamış bebeğidir kutsadığım.

Bu arada, kıskanmak demişken, Nahit Sırrı Örik'in KISKANMAK adlı bir kitabı vardır, MÜTHİŞTİR! Demirkubuz'un Kıskanmak filmi, buradan gelir. Ancak ne yazık ki kitaptaki kıskanma psikolojisinin yüzde birini bile verememiştir. Belki bir gün okur, beni anarsınız.

Eyvallah.

12 Aralık 2010 Pazar

KEKS

Kış depresyonu dediğim şey bir yalanmış bir tanem; Cuma iş çıkışı tesadüfen dahil olduğumuz fasıl ve ardından gelen Teoman@JollyJoker'le yerle bir oldu. Teoman is the King. Ötesi yok. Orada o şarkıları bağırırken ben, gözlerim dolarken, sonra da "Sabaha sesim kısık mı uyanacağım?" endişeleri taşırken; boşver dedim be, şu ömrümüzde kaç kez Teoman izleyeceğiz? Sonra bir de uyandım ki dipçik gibiyim. Hiç de maçtan dönen delikanlı hassasiyetinde değilmiş ses tellerim.

Tüm Cumartesi'mi fırtına sesi eşliğinde geçirirken, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'in sonrasına annemin bir yerlerden bulduğu PuCCa kitabını iliştirdim. Anladım ki PuCCa'nın beni blogunda fazlasıyla sıkmasının sebebi tamamen sayfasının dizaynıymış. Yoksa öyle su gibi akıp gidiyormuş. Bu arada kış depresyonu sandığım şeyin de tamamen bir Sana Gül Bahçesi Vadetmedim etkisi olduğunu kavramış bulundum. Ondan herhalde, buna doymayıp, bugün Sartre'ın Bulantı'sını almam. Bir de utanmadan otobüste okumaya başlamam?..


7 Aralık 2010 Salı

KIZ ÇOK GÜZEL: LATİF, ŞİRİN


Yıllardır şu gazetelerde ve kadın dergilerinde sayfalarca okuduğum, hep anlamsız ve fazlasıyla karmaşık bulduğum kış depresyonu denilen şeye ben de girdim. Sanırım. Törenler ve iç çekmeler, baş ve mide ağrıları eşliğinde. Sabah yataktan kalkamama, iş çıkışı herhangi bir happy hour organizasyonuna (ki NŞA 1-2 saat sürmesi gereken happy hour sona erdiğinde saatin 1 sularında olduğunu dehşet içerisinde fark ediyoruz?) katılmak istememe, evi azami seviyede özleme, okumakta olduğun kitaba (mesela şu) yoğun bir hasret duyma, ofiste kafanı ayakta tutamama, son 2 saati bir türlü atlatamama, çevrendeki insanlara olan tahammülünün azalması vs.

Hani belki topuklu bir siyah çizme alsam, kendime gelirim diye düşünüyordum ki; bir de baktım Z. ile İstinye Park'tayız. Yaklaşık 3000 dükkân sonrası hâlâ zevkime göre bir çizme bulamamış olmanın verdiği stresle, kendimi Pazar'daki Arifoğlu'nun kollarına attım. Günün ganimeti: koca bir torba ıhlamur, 1 minik paket kurutulmuş fesleğen! Çevremde insanlar elinde H&M torbalarıyla Seren Serengil edasıyla yürürken, ben elimdeki geri dönüşümlü Arifoğlu kesesiyle göz kamaştırıyorum! Bu arada Türkiye'ye hoşgelen H&M, hâlâ the varoşest ve hatta greatest paçoz ever! Şaşırdık mı? Tabii ki hayır! Ah ben ve benim fazla sığ moda anlayışım, H&M karmaşasında giyilecek / üstümüze geçirilebilecek / dikişleri pot pot olmayan herhangi bir şey bulamadık; önümüzdeki maçlara bakalım.

Şimdiyse evimdeyim, cızbız köfte bulamacıma ekleyeceğim soğanı rendelerken rendelediğim parmağım sızlıyor, gözlerim yanıyor, oturup çalışmam gerekirken ıhlamur içip uykuya dalmak istiyorum. Oysaki üst veya yan komşumuz (sesin nereden geldiğini henüz keşfedemedim) KanalD'nin en sadık seyircisi olmakla kalmıyor, tüm apartmana da Yaprak Dökümü'nün son bölümünü yayınlamaktan gocunmuyor. Uyusam uyuyamam, yazayım desem yazamam, ıhlamur kaynadı bu arada, okumak istesem, belki dergi okurum. Eveeet.

6 Aralık 2010 Pazartesi

BEN YÜRÜRKEN FONDA HEP JAMES BOND'UN MÜZİĞİ ÇALAR

Kabak tatlılarının o şeffaf hâllerini pek severim.

O kadar çok İpek Ongun okuduk, o kadar çok İpek Ongun okuduk ki... Ondandır her şehirlerarası yolculuk sonrası havaalanına, otogara ayak bastığımızda duyduğumuz hayalkırıklığı. Ardından servise binmeden evvel yakılan bir sigara, tek başına taşıdığın koliler, hâline acıyıp yardım eli uzatan şoförlere duyduğun minnet! Mutluyuz de mi Sadık? Mutluyuz tabii be! Siz bana bakmayın, ben küçük şeyleri dramatize etmeyi, beynimin derinliklerinden gelen Orhan Gencebay melodileriyle kendi kendime tatlı tatlı acı çektirmeyi severim. Bu yazı sipariş üzerine yazılmıştır.
* * *

Gittiğin her düğünde, gelin ve damadın yaşı seninkine biraz daha yaklaşır. Bir de bakmışsın eşitlenmişsin. Çok salakça bir durum, evet; ancak bilirsiniz ki ben küçük şeyleri dramatize etmeyi, beynimin derinliklerinden gelen Orhan Gencebay melodileriyle kendi kendime tatlı tatlı acı çektirmeyi severim. Ondandır arka arkaya fondiplenen şaraplar, düğün öncesi Martiniler, vs. Tabii ki mutluyum. Yokluğumda bozulan kaloriferler sebebiyle buz gibi evde uyanmaktan, trafikte öyle hapsolmaktan da MUTLUYUM. Hamdolsun.

* * *

Yolda An Education'ı izledim. O kızın o Paris aşkı filan, nasıl da kalbime işledi. ÇOK SEVDİM! Kız filmiyse kız filmi.

* * *

Şu an çok başım ağrıyor...

3 Aralık 2010 Cuma

SUZAN-NA!

Ofisin önüne devasa bir at arabası gelmiş,
arkası tepeleme limonla doluymuş.
1 filesi 1 liraymış.
Napoli'nin limonlarını olmasa bile,
Mersin'in limonlarını hatırlatmış.
Hemen almışım.

Zaten bir tek ben almışım.


Seyahat çantamı aldım, 2 günlük bir yolculuğa çıkıyorum.
Böyle deyince sizce de çok havalı olmadı mı?

Bu arada belki şunu okumak istersiniz. Yazıyı öyle beğendiğim ki, öyle akıp gidiyor ki, "Acaba bu yazıyı ben mi yazdım?" diye düşünmeden edemedim.

KehKehKehKeh.