27 Kasım 2011 Pazar

CASE'LER, ROLE PLAYIN'LER, JAMIELER.


Hani böyle birtakım global şirketlerin mülakatlarında olur, zaman zaman bizim üniversitede de olurdu; böyle gençlere bir case verilir, role playing yaparak vakayı bir sonuca ulaştırmaları istenir. Ne bileyim, şununla ilgili bir pazarlama kampanyası yapın, bununla ilgili bir kriz yönetimi uydurun, vs... Anladım ki benden geçmiş. Böyle durumlarda, hele ki işle ilgili değil de tamamen yalan dolan bir aktivite içerisindeysem eğer, ortamda birine gıcık oldum mu mümkün değil ağzımı açmıyorum. Dün de mesela, gayet sempatik bir ortamda sempatik bir şekilde role playing yapacağız, ah o ortaya atılan iddialı tipler, ah o her şeyin en iyisini ben bilirimciler... Sustum da sustum. Bi' siktir olup gidin, ööööf! Kurumsal yaşamın dengeleri zaten hâlihazırda zor. Bir köşede iPad'imden onun bunun instagram karelerini inceleyerek tamamen "free rider"a bağladım. Yiyin birbirinizi. Yiyiverin.

Ha bu arada, 2 senelik dev kariyerimde herhangi bir toplantıda da milleti domine ede ede konuşan herhangi birisiyle karşılaşmadım. Manyak mısınız abi? Şirkette götünün yemeyeceği şeyleri niye böyle relax bir ortamda yapıyorsun?

****

Evde öğünlerini kepekli tost, espresso, mısır püskülü çayı, Nesfit'le filan devam ettirirken, HOMETV'de Jamie'nin kızarttığı ördekleri filan izlemek çok acıklı.

Neyse...

20 Kasım 2011 Pazar

PUCCA'NIN SURATINI GÖSTERMESİ, EV HANIMI TAZELİĞİ

Fotoğrafların çoğu kez yazıyla alakasız olduğunu biliyorum; ama fotoğrafsız yazı yayınlamaktan pek hoşlanmıyorum canlarım.

Şimdi The Stepford Wives'ı izliyordum da şeyi düşündüm, birkaç hayatım olsa, birinde böyle temiz evler, manikürlü eller stayla bir ev hanımı olmak isterim -Evropa'da filan yaşıyorsam eğer... Çocukları okula götürdükten sonra mis gibi sporumu yaparım, sonra döner kahvemi yudumlarken gazetelere göz atarım, Meksikalı yardımcım eve geldiğinde çıkar soluğu hoş bir kafede alırım, kitaplarımı okurum. Tabii ki akşama kocamı çocuklarımı ışıltılı cildimle, arka arkaya patlattığım esprilerle karşılarım. Ben mutlu, çocuklar mutlu, kocam mutlu... Ki şurada kaleme aldığım yazımda, ev hanımlarda bulunan o "glow"dan bahsetmiştim.

Ne diyordum? Lakin ne yazık ki 1 tane yaşamımız var ve benim birtakım kariyer hırslarım var. Ancak ne yazık ki şu an için ne kariyerim ne de yurt dışında müstakil bahçe içinde yaşadığım bir ailem olmadığı için böyle boş beleş konuşur dururum.

Bu hafta sonunun en bomba olayı #1 Beşiktaş - Galatasaray derbisiyse eğer, ikincisi PuCCa'nın afişe olmasıydı herhalde. Ne yalan söyleyeyim, yazdığı tek bir cümleyi günahım kadar sevmedim. Ne dili, ne anlattıkları, ne betimlemeleri benlik değildi. Ancak bugün sosyal medyada fiziksel özellikleriyle ilgili yazılanları görünce sinirden kendi midemi sindirmedim değil.

Allah canınızı almasın, nasıl insanlarsınız yahu siz? 

Birinin fiziksel özellikleriyle ilgili orta yerde, onun okuyabileceğini bile bile atıp tutmak, klavye arkasında birer plastik cerrah kesilmek nasıl bir ahlakın ürünü? Çok acımasızca!..

15 Kasım 2011 Salı

İZMİR SORUNSALI


Çok sevdiğim İzmirli arkadaşlarım var, şehir olarak tanımasam, bilmesem de İzmir'in hoş bir şehir olduğunu düşünüyorum... Hatta hayatım boyunca herhangi bir İzmirliden kazık yemediğimi, aman efendim herhangi bir İzmirlinin kalbimi kırmadığını da özenle eklemek isterim. En sevdiğim marş da İzmir Marşı'dır. Önbilgi.

Lakin birtakım İzmirliyle ilgili gözüme çarpan ve bana çokça itici gelen bir detayı paylaşmak istiyorum; o da İzmirlilerin şehirlerini övmeye ne kadar meraklı olduklarıdır.

Yani konu her zeytinyağlı bir yemeğe geldiğinde "Ay şimdi biz zaten İzmirli olduğumuz için, çok iyi pişiririz zeytinyağlı yemekleri." cümlesi ilk kez duyulduğunda bir nebze olsun ilgi uyandırıyor insanda. Ammavelakin bunu her türlü ortamda, binbir türlü insandan ayrı ayrı duymak, hatta bazen aynı insanla bile 8. kez aynı sohbete maruz kalmak çok yorucu, sıkıcı... Derdiniz ne abi sizin? Biz de sebzeleri makine yağıyla pişirmiyoruz, hayvan değiliz sonuçta!

Ha bir de, ben bir Karadenizlinin "Biz zaten şimdi Karadenizli olduğumuz için hamsi tava filan.." diye bir cümle kurduğunu duymadım. Keza Mersin'in bağrından kopup İstanbul'a teşrif eden kavruk Çukurova gençleri de ancak bir araya gelince çeviriyor, "anarya, kerebiç, tantuni, Bahattin.." geyiklerini. BU NE?!

Abi deli misiniz? Mis gibi deniz kenarında şehirsiniz, Çeşme'den Kuşadası'ndan turizmin dibine vurmuşsunuz, bunun yanında modern, güzel, temiz bir şehir olduğunuza da inanıyorum (her sokak tacizi muhabbeti geçtiğinde, nasıl da memleketinizde bi tarafınızda etekler giyip kimsenin bakmamasından övünmenizden olsa gerek...)... Peki ya bu derinlerde yatan kompleksin, İzmir PR'ı hevesinin sebebi ne?

Bu sorularıma bir cevap bekliyorum.

Sevgiler

13 Kasım 2011 Pazar

Beni Unutma'yı izledim...


Çok ümitliydim anlıyor musunuz? Çünkü bu adamı çok beğeniyorum ve herifin atacağı her türlü adıma inanıyorum. Gerçi bu adamı bir Binbir Gece'den, bir de Başka Dilde Aşk'tan tanıyorum ve hayatımın top 10 listesine ne ara bu denli üst sıralardan giriş yaptı anlamıyorum. Dolayısıyla herife olan güvenim tamamen saçmalıklar ürünü...

Neyse E. beni bu soğuk ve rüzgarlı Pazar akşamüzerisi dürtmeseydi, ben evde lüferimi pişirecek, şarabımı yudumlarken güzel bir film izleyecektim. Önce mırın kırın ettim; ama sonra kendimi Kanyon'da buldum. Dakika bir gol bir! Sinemada film izlemenin en heyecanlı yanı fragmanları izlemek benim için... Dolayısıyla sade ve sadece Çağan Irmak'ın upcoming filminin fragmanını izledik (başka hiçbir yabancı filmin fragmanı gösterilmedi...!) Beni Unutma'ya biraz eksi modda başladım.

Benim yaşım mı geçti, inancım mı kalmadı bilemiyorum; artık filmlerdeki aşk hikâyelerine inanamıyorum. Ben ki romantik komedileri su gibi içerim, onlarla beslenirim. Ama yooook, Beni Unutma'daki o aşk hikâyesine girmedim, giremedim sevgili okurlarım. Diyeceksiniz, "E Mert Fırat da mı kurtarmadı?" O da yok. Nerede uzaktan beğenip, tırnaklarımızı kemirdiğimiz Mert Fırat, nerede filmdeki Mert Fırat. Adam bildiğin Kapalıçarşı halıcısı Hikmet!

Karşısında endam eden esas kızın kütüklüğüne ise hiiiç girmeyeceğim. Saç buklesi sempatik bir şey olsaydı Brezilya fönü sektörü böylesine bir paçozlukla fırsat sitelerine düşmezdi.

Hele ki filmlerde böyle arkada neşeli bir müzik çalarken, çiftimizin tatlı, sarsak hâllerinin bir klip hâlinde gösterilmesine gıcccccccık oluyorum! Fonda tatlı şarkılar söylenirken, genç ve şeker çiftimizin tatlı tatlı şakalaşmaları, ahh yemek pişirirken pilavın dibinin tutması filan... O sempatik ve sakar hâller... Brrr.. İşte bu tür sahneler aklıma Bülent Ersoy'un Hani Bizim Sevdamız klibinden başka bir şey düşündürmüyor bana.

Daha açıklayıcı olmak için, Hani Bizim Sevdamız şarkısının klibinden çok tatlı birkaç sahneyle bitiriyorum yazımı:

Yakışıklı esmer sevgilisi Bülent Ersoy'un falına bakıyor:


Bülent Ersoy'un yakışıklı esmer sevgilisi ona bir adet Tweety oyuncağı hediye ediyor ve Bülent Ersoy buna çok seviniyor!


Genç aşıklar bahçede çiçek sulama hortumuyla şakalaşıyorlar:


Hani Bizim Sevdamız? adlı klibinin tamamını Youtube'dan izleyebilirsiniz.

Öpüyorum!

10 Kasım 2011 Perşembe

SOSYAL YAŞAMDA TRAVESTİ GÖRDÜĞÜMÜZDE NE YAPACAĞIZ?


5 günlük tatili devirdim, Bayramı Türkiye'nin Cannes'ı, Mersin'de geçirdim, as usual.

Dönüşte Adana havaalanında, güvenlik sırasında senelerdir görmediğim ilkokul arkadaşımla hasret giderirken ben, arkamıza irice uzun boylu bir kadın durdu. Biz ilerleriz o ilerler... Mini eteği, topuklu çizmesi, mem.e uçl.arı yerinde; boynunda "Serpil" yazılı gümüş kolyesi, yaldır yaldır yürümekte... Bi' an geldi telefonu çaldı, ses tonundan travesti olduğunu çakozladık. Tabii bu noktada biricik soru işaretimiz, kadının nüfus cüzdanı rengi üzerineydi. Geldik mi güvenlik sırasına, ne oldu ne bitti anlamadık, kadın önümüze geçivermiş. Çot çıkardı mavi nüfus cüzdanını uçuş kartıyla, pembe ojeli tırnaklarının ucuyla tutarak görevli kadına uzattı. Güvenlik görevlisi kızcağız, önce kimliğe sonra karşısındaki kadına baktı. Serpil'in, adamken kullandığı ismi göremedim, zaten bu sırada güvenlik görevlisi kız, bu adamkadının uçağa binişini onayladı. Ama hem Türk hem de taşralı olduğu için bu olayı birileriyle paylaşmadan edemedi.

"Nimet Ablaaaaa!"

Kendisi X-ray'in önünde, Nimet Abla X-Ray'de ötenlerin üzerini aramak üzere tabii ki X-ray'in arkasında. Nimet Abla koşar adım geldi, bizimki bir ilkokul öğrencisi hevesiyle Nimet Abla'nın kulağına bir şeyler fısıldadı. Ne fısıldadığını tabii ki göremedim, ama muhtemelen "Abi bu kadın dönmeymiş." filan demiştir.

Ben gördüm, ilkokul arkadaşım gördü, Serpil görmedi.

Şimdi aslında çoğu şeyde olduğu gibi bu konuyla da ilgili tam olarak ne düşünmem gerektiğini bilmiyorum. Çünkü genelde bir şey olduğunda O durumu 1500 açıdan inceler, sonra da ne düşünmem gerektiğine karar veremem. Biliyorum ki, o güvenlikçi kızın aşırı heyecanını, gereksiz görev aşkını Serpil görse, onun adına çok utanırdım. Çok üzülürdüm. Ha, diyebilirsiniz ki, madem çok hassas Serpil, uçağa binmesin, güvenliksiz müvenliksiz otobüsle 14 saat yolculuk yapıversin. Bir yandan da düşünürüm ki, "Kim bilir ne tür muamelelerle karşılaştı Serpil, güvenlikçi 20'sinde kızın safça heyecanından mı rahatsız olacak?"

Bu arada, karşıma geçip, "E be Jelatin! Sen de inceden inceye gözetlemişsin işte kadını, kimlik rengini merak etmişsin, ismini merak etmişsin." diyebilir, densizliğimi yüzüme vurabilirsiniz. Ben de, tüm bunları yaparken ona kesinlikle hissettirmemeye çalıştığımı söyler, kendimi yersiz yere aklamaya çalışırım. Yani yolda nasıl Beren Saat'i gördüğümde aşırı tepkiler vermiyorsam, mavi nüfus cüzdanıyla uçağa binen bir travestiyle karşılaştığımda da jestlerimi abartmıyorum.

Neyse... Ben bu konuda birilerinin ne düşündüğünü merak ediyorum. Belki birileri buraya yorumunu yazar, ortak bir doğru bulmaya çalışırız. Her neyse... Ya da okur geçersiniz.

1 Kasım 2011 Salı

BAZI ŞEYLER

Aslında bu konu PK'nın konusu mudur, galiba öyledir de orayı belki ofisten birileri okumaktadır, belki 40 yılda bir yöneticim göz atmaktadır...

Yöneticimle bir alıp veremediğim yok çok şükür zaten de ekipten birisi okur, laf eder; bir de densizdir herkesin ortasında söyler... Tahayyül etmesi bile içimi sıktı. Sadece, SÖYLEYECEK SÖZÜM VAR!

1) İş yerinde yaptığın işle ilgili ne kadar çok söylenirsen okkadar çok çalıştığın zannediliyor!
Çok ciddiyim, var öyle bir şey... "Offf! Bu Ajans'ı öldürücem bak saat kaç oldu hâlâ göndermediler!" "Ya bu Finans'tan Cansu beni çok sinirlendiriyor, bu kız beni deli ediyor!" tarzı cümleleri ofisin ortasında bağıra bağıra söyleyin. Bıkmadan usanmadan söylenin. Bir süre sonra gerçekten insanlar sizin "Ahh ne çok çalıştığınızı! Ne yoğun olduğunuzu..." filan düşünmeye başlıyor otomatikman.

Aslında bu gayet zekice bir yöntem... Daha doğrusu, evet, hayli avam ancak sinsice bir yöntem... Bir de bunun direkt mızmızlanma hâli var kiiii.... İşte o noktada zaman zaman kayışı koparabiliyorum. Gerçekten bazen, ofis ortamında mızmızlanan insanın ensesine bir şaplak indirip, "Siktir git! Çalışma o zaman!" dememek için kendimi zor tutuyorum. Bu konuda ciddiyim.

Yine bu mızmızlanan karakterlerin karı kısmısı çekiliyor; ammavelakin karı gibi mızmızlanan erkek hiç çekilmiyor! Evine nasıl ekmek götüreceksin acaba sen... Sen de bir yuva kuracaksın yani!.. Sünepe!

2) Bu benim işim değil, senin işinciler...
Microsoft Outlook'u icat edenlerin de durdukları yerde kulaklarının çınladığı zamanlar var; yeri gelecek, mezarlarında ters dönecekleri zamanlar da olacak... Çünkü ufacık düzeltmeleri, o işin sorumlusu olan kişiye 3 satırlık e-postayla açıklamaya çalışanlar var. Sen de yapabiliyorsan o işi, mail yazacağına aç düzelt be! Sonra düzelttim diye de haber ver. Veya aç yüzüne söyle. Outlook yan gelip yatma yeri değildir.

Daha sinirlendiğim birçok şey var. Onları sonra yazarım.