30 Nisan 2013 Salı

STOKER'I İZLEDİM:


şu kırıtmalara bak, şu kırıtmalara!

Şimdi ben son zamanlarda, 1-2 aydır filan… Hayatımın en güzel günlerini yaşamıyorum, tamam mı?  Kendimi başarısız hissettiğim, bir şeyleri elimde tutmaya çalıştıkça yere düşürdüğüm, kolumu masanın sivri kenarına çarparken çıplak ayağıma minik bir lego parçasının battığı günler yaşıyorum. Ne kadar tatsız olduğumu anlatabildim mi?

Önceden program yapma gibi lükslerim de yok oldu. İşte çıkabilirsem spora, işten çıkabilirsem sokağa… Son dakikada kendime “sosyalleşme badisi” bulmak da ayrı bir iş. “Napiyosun?” “Müsait misin?” “Bir şeyler yapalım mı?” “Şarap mı içsek?” 

Neyse Cuma günü saat 8 oldu, ağladım – ağlayacağım. OFİSTEYİM! Eve gidip bir tencere makarna yapıp, üstüne 8 paket ton balığı döküp, bunu 1 şişe ketçapla harmanlayıp yemek geliyor içimden. Ama hayır Rocky! Depresif kadınların kendilerini dondurmaya / kolaya / cipse adayıp, kilo almadan o evreyi sorunsuz atlattığı bir Hollywood filminde değiliz. Yiğit’i aradım, Kanyon’daymış. Ben de mutluluğu SOSA'nın antrikotunda, bir kadeh kırmızı şarabında ararım.

Böylece ne zamandır 4 gözle beklediğim STOKER’ı da izleme fırsatı bulmuş oldum. Chan Wook Park’tı, aylardır bekliyorduk, en son ben I’M A CYBORG’u izlemiştim, oysaki STOKER’dan bi OLD BOY çıkar gibi sanki heyecanıyla film başladı, bi ara Yiğit bana dönüp, “Yönetmen çok mu Emrah filmi izlemiş, ne dersin?” diye sordu.

İşin acayip yanı, Yiğit, filmi sevdi de, benim beynimden “Amca, baba yarısıdır Emrah ;) ;)” diyen Nuri Alçolar, efendime söyleyeyim “Bacım gelin olmadan, topuklu ayakkabı giymesin! :(((” diyen Emrahlar gitmedi… Filmi, farklılaştıracak tüm detaylar yönetmene ait detaylardı, bence onun dışında senaryonun vs. pek bi numarası yoktu. (Chan Wook Park Güney Kore’deki malikanesinde kahırlanıp içkisinden bir yudum alır şu an…)

Kendinize iyi bakın, görüşürüz.

29 Nisan 2013 Pazartesi

DOT | ALTIN EJDERHA



DOT
’la tanışmam 2 sene öncesi bir Mayıs ayında gerçekleşti. Ya da sanırım Mayıs’tı… En azından benim kadar tiyatroya önyargılı Güzel Ablam E. ile Hacıosman Bayırı’ndaki KOLEKSİYON mağazasının önünde kurulan çadırın içinde FESTEN’i izlemiş, kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştik. Sorun şu: ben tiyatronun o eski, tek plan gösterimini biraz sıkıcı bulurum. Tiyatronun o diyaframdan gelen “teatral”liğini rahatsız edici bulurum. Oyuncuların mimiklerini görmek isterim. Vs.

Neyse, FESTEN’de ise en öndeydik, oyuncuların nefes nefes kalışlarını, kavga sahnelerinde ağızlarından yere damlayan salyayı, birbirlerinin boğazlarına sarıldıklarında giysilerinin hışırtısını hissettik. Kalabalık ve coşkulu bir oyundu, dışarıda başladı, içeride devam etti. Biz de oyunun bir parçasıydık. Çok güzeldi.

Tabii ki oyun öncesi KOLEKSİYON’dan aldığımız espressoları yemyeşil bir alanda, caaanım KOLEKSİYON marka fincanlarla yudumlamak da müthişti. Gerçekten o güne dair sadece 3 şey hatırlıyorum: Hacıosman Bayırı’nda koca binayı bulmakta ne çok zorlandık, oyun ne müthişti, o fincanlardan birer espresso birer latte içmek ne güzeldi!

O günden bu yana hep aklımda, FESTEN’i bir de annemle izlemek vardı. Zira kendisi tiyatroyu çok sever ve bu tür bir “yeni akım tiyatro” tarzının onu çok heyecanlandıracağından emindim. Ne var ki Festen bir daha oynamadı. Biz de her ne kadar ne zaman konusu açılsa “Bir daha mutlaka yine yeniden gidelim!” dediysek de bir daha DOT’a uğrayamadık.

Geçen hafta annem İstanbul’daydı. DOT’un sahnesi de benim üye olduğum spor salonuyla aynı binada: G-Mall’da. Hazır denklemler bu kadar uygun yerleşmişken, tabii ki son dakikada “ALTIN EJDERHA”ya bilet almak farz oldu.

O kadar etkilendim, o kadar üzüldüm, hıçkırıklarım o kadar gerizekâlı gibi boğazıma dizildi ki; bir ara sadece öksürebildim. Ben küçükken de böyleydim. Ailemin yanında tam bir domuz olduğum için hüzünlendiğim herhangi bir film / dizi / şarkı için ulu orta ağlamazdım. Konuyu / Kanalı filan değiştirirdim. Ne Şeker Kız Candy’de Anthony öldü diye, ne Süper Baba hapse girdi diye… vs.

Yani, gösterimi bitmeden, bence ALTIN EJDERHA’ya gidin. Sonra çıkışta G Mall’daki Pop Up Kafe’de şarabınızı yudumlayın. Ben gönlümce ağlayamadım, biraz da oyuncuların dikkatini dağıtırım filan endişesiyle… Siz gerekirse birkaç sıra arkaya oturun, gönlünüzce ağlayın.

DOT’u son 1 senede neden bu kadar ihmal ettim, hâlâ anlayamadım.

16 Nisan 2013 Salı

KIYMALI KAŞARLI

"Gündüz vakti evde olmak ne güzel!" instagram'ı...

Bir hafta içi gecesi ve saatler 3’e yaklaşıyor. Yakın bir arkadaşımla içeride takılmaktan sıkılmış, en sevdiğimiz barın kapısının önündeki merdivenlere oturuveriyoruz. Yanımızda 50’li yaşlarında 2 adam. Önce laf atıyor birisi, dili dönmüyor alkolden. (Ben inanılmaz ayığım çünkü!) Neyse ben gıcık oluyorum adama, galiba o yaşta bize asılabilme cüretine sinirleniyorum. Sohbete nasıl devam ediyoruz bilmiyorum; adının Hikmet olduğunu öğrendiğim adam, yanındaki adamı göstererek, “Mesela benim 20 yıllık hayat arkadaşım İlyas…” gibi bir cümle kuruyor. İlyas’ın kendi kadar entelektüel olmadığından dem vuruyor; ben, dünya üzerinde yaşayan en yaşlı “eşcinsel” çiftle az önce tanışmış olmaktan şaşkın…

Asilik, rakçılık, emoculuk, efendime söyleyeyim mini etek sevgisi veya Justin Bieber tutkusu nasıl belli bir yaşa kadar sürecek şeylerse, “gay” olmak da sanki bir noktada bitiverecekmiş gibi bir algım varmış demek ki benim de!. Ne kadar saçma! Ne saçmayım!

Entelektüel adam vs. O kadar da entelektüel olmayan adam ilişkisi ilgimi çekiyor, alkolün verdiği de taşkınlıkla, Hikmet Abi’ye, “Siz şiir seviyorsunuz; ama İlyas Bey sevmiyor değil mi?” diyorum. Hikmet Abi, “Ayyynen öyle!” diyor.  “Ama”, diye ekliyor, “Bu yıllar boyunca çok şiir okudum, en beğendiğim şiir İlyas’ın benim için yazdığı şiirdir.” İlyas’ın kendisi için yazdığı şiiri okuyor, kelimelerini seçemiyorum, dili dolanıyor. Ama mutlu işte! Birisi, Hikmet Abi için şiir yazmış.

Haftalar sonra, yine aynı bardayım. Sigara molası için dışarı çıkıyorum. Dev topuklu ayakkabılarım buraya pek uygun değil. Ama Kral TV Müzik Ödülleri Çilesi’nden zar zor buraya attım kendimi, mazur görün. Oturuverdim barın önündeki merdivenlere, İlyas ve Hikmet Abiler orada… 2 selam sabah. Curt diye bir genç kız oturuyor yanıma, İlyas Abi benimle tanıştırıyor: “Kızım. Benimle çalışıyor.”

Kız benden 2 yaş büyükmüş. Bir kızı da Hikmet Abi’nin varmış üstelik. O benimle yaşıtmış. Vay Memet yahu, diyorum, millet ne babaların travmasını yaşıyor, yaşamış! İçeri girdim, çıktım. Hikmet Abi yalnız. Ben de arkadaşımı kaybettim, nerede merak ediyorum. Hikmet Abi’nin yanına çöküverdim; İlyas’ı sordum. “Kız gelince… Gitti işte. Kızı gelince… Hiçbir şey aynı olmuyor. Gidiyo musun?” dedi.

- Hiç gitmek istemiyorum. Ama arkadaşım çok istiyor. Ama sanırım beni bıraktı gitti. Bulamıyorum.

“Arkadaşın gidelim diyorsa, git. Burada 2 şarkı fazladan dinlemeye değmez. Git, durma.” diyor.

Yanımdaki bilmem kaç yıllık üniversite arkadaşım olmasa çok romantik bir andayız belki… Zaten, “Pislik, beni beklemeden bindi mi acaba taksiye?” endişelerim de tüm romantizme engel. Ne, bar kapanmadan 2 şarkı daha dinleme keyfini uğruna feda edebileceğim biri olmadığı gerçeği, ne de evine tek başıma nasıl döneceğim korkusu… Midem gurulduyor, basıp gitmeseydi şu pidecide bi’ kıymalı kaşarlı bölüşürdük gerçi.

15 Nisan 2013 Pazartesi

ARAR, ARAAAR!



Jelatin.hanim@gmail.com adresine yorumlar düşüyor, onaylamam için. İyice boşladığımı arka arkaya gelen İngilizce spam yorumlardan anlıyorum. İşin tuhafı öyle yazabileceğim muhteşem gözlemlerim, can alıcı deneyimlerim de yok! Ben de belki buraya 1-2 ekmek çıkar diye kalktım sizler için Kelebeğin Rüyası filminin gala gecesine katıldım.

Bu tür geceleri seviyorum; ancak sonrasında düzenlenen after party’ler beni hep daha çok heyecanlandırıyor. Evet, gösterim öncesi spotların altında “hmm şunun bacağı da kalınmış, bunun da boyu kısaymış, ay bu bilmem hangi dizide emlakçılık yapan herif aslında pek bi’ coolmuş?” muhabbetleri yapabiliyorsun. Ama after party’ler hep daha celebrity ağırlıklı oluyor. Gözlem denizlerinde boğulabiliyorsun. O, TV’den fırlamış, kırmızı halıda kırım kırım kırılan insanların 2 kadeh sonrasındaki sakil hâllerine tanık olabiliyorsun. Benim gibi alkollü gecelerde insanları izlemekten çok hoşlanan birisi için muhteşem bir ambiyans!.. 

Her neyse… Haftalar öncesinden bu gecenin kesssinlikle yılın en bomba etkinliklerinden biri olacağından emindim. Zira film çok iddialı, işin içinde BKM var, Kıvanç Tatlıtuğ var, Mert Fırat var.

… diye yazmışım. Kim biliiiiiir, ne zaman. Şimdi ofis çekmecemden davetiyeden kalan kartonu çıkardım, baktım: 19 Şubat’ta gitmişim bu galaya. Yazıyı da herhalde 2 gün sonra filan yazmışımdır. Bu arada o gecenin ertesinde 1 hafta boyunca sağ ayağımın üstüne basamadım ben.  Sonra doktora gittim, “Tarak kemikleri arası bıdılar ödem yapmış.” dedi. “Tarak kemiklerinin arasına 250 TL sıkışmış cnms.” deseydi daha açıklayıcı olabilirdi. Haftalarca yaptığım topuklu ayakkabı diyetimi, birkaç hafta önce Ayşe’nin doğum günü yemeğinde bozdum. Ayşe’nin ilk kez tanışacağım arkadaşlarının yanında tavuk gibi düz çizmelerle takılamazdım herhalde! Bizim de bir havamız var.

Ben hep Mert Fıratçı oldum, bilirsiniz. Ancak şu hayatta, “Kıvanç Tatlıtuğ ışığı” diye bir şey varmış! Adam, bildiğin ışık saçıyor. Küçük prens büyüyünce böyle bi çocuk olacakmış gibi.. O gece deliler gibi eğlendik. Hayatımda katıldığım en güzel after party’lerden biriydi. İçkiler su gibi aktı. (Normalde 2. saatin sonunda içki biter. Şanslıysan bardan paranla alırsın ne içeceksen.) Hatta bi ara sigara molasına dışarı çıkacakken, Yılmaz & Mustafa Erdoğan kardeşleri oturup muhabbet ederken gördüm. Allahtan, “Kesenize bereket Yılmaz Ağbiiiiiiiii ^_^” demedim. Nasıl demedim, ona da şaşırıyorum şu an esasen. Normalde alkollüyken dünyanın en saçma sapan şeylerini dünyanın en normal şeyiymiş gibi söylemek gibi bir huyum da vardır. İşte bu da beni ben yapan tatlı bir özelliğim. Tişikkirlir.

Neyse… Bu tür ambiyansların da ertesinde insan kendini bir mutlu, bir acayip hissediyor. Hani ünlülerle dolu dev bir rüya görmüşsün gibi. Oha lan diyorsun, dün gece Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ ile bir partide eğlendim. Kenan Doğulu ve Beren Saat 3 adım ötemde öpüşüyolar mıydı? Neydi? Gökçe Bahadır neydi öyle, hahahaaha, bilmem kim bilmem kimi nasıl da vantuzlarcasına öpmüştü. İğrençti… Gibi… Sonsuz bir dedikodu denizi… Günlerce köpürt de köpürt.

Bir de bir anda gündemin değişiveriyor tabii. “Ayyy arar mı? Aramaz mı?" diye düşünedurduğun bir adam var mesela, birden yok oluyo beyninde. Komik, sabah uyanıyosun, “Öeeh s.kerim ya, ben dün gece Mert Fırat’la Kıvanç Tatlıtuğ’la aynı partide eğlendim. Aramazsa aramasın yavvvşak!” diyosun. Hani sanki herif aramasa, akşamına Kıvanç Tatlıtuğ arayacak! İnanılmaz bi hafiflik, gün boyu kendini nefis hissediyosun. Kızlarla saatlerce dedikodu dedikodu… Sonra akşamına arıyor yavşak herif. Yine aklın karışıyor. Tövbe Yarabbim. Neden böyle şeyler oluyor?

O değil de... Kıvanç Tatlıtuğ beni arar mı acaba?