28 Kasım 2012 Çarşamba

OFİSBOY


Şirkette sürekli birilerine paket, kargo, zarf, fatura, departmanlar arası evrak (dahili haberleşme zarfları içerisinde) taşıyan bir çocuk var. Pek bi' cool'dur her zaman. Ben de asansörde vs. ne zaman görsem, onun üstüne oynarım. "Bana bir şey yok mu?" Fatura getirir bana, "Bi' kere de güzel bir şey getirin." vs. Dedim ya, o hep cool'dur, jilet gibidir, karizmatik kemik gözlükleri vardır, büyük bir "attitude" ile çalışır. Hep sanki, o evrakı bana verir vermez, Jetmobil'ine atlayıp başka evrakları başka mühim kimselere götürecek gibidir.

Bazen güzel şeyler de taşır. Bir müşterinin / Ajans'ın gönderdiği bir kutu Godiva çikolata, kim bilir kime... Köşeden alınmış bir demet sümbül, kim bilir kime... Minik bir gizemli kutu, bana değil. O kesin.

Ben de inatla sorarım, "O bana mı?" Hayır. der. O ciddiyetle cevapladıkça, ben aynı ciddiyetle sorarım bir sonraki sefere.

Geçen gün, elinde bir kutuyla bulunduğum kata giriyordu, ben de çıkıyordum. Elinde bir kutu. "Size getirdim." dedi, gülerek. İlk kez gülüyordu. Bana gizemli bir kutu gelmesine çok sevinmiş gibiydi. Çocuk da normalde hiç bu tür şakalar yapmayan bir insan olduğundan... İnandım. Kutuyu elime aldım. Üzerinde birtakım yazılar. "Aaa! Süper ya! Ne acaba?" dedim neşeyle. Panik içerisinde elimden aldı kutuyu.

"Ç..çok özür dilerim! B-ben bu kadar heyecanlanacağınızı tahmin etmiyordum. Şaka yapmıştım sadece! Sizin değil bu." dedi.

Çok üzüldü.

Kahkahayı patlatıp üzülmüş gibi yaparak asansöre bindim.
Aşağıdaki kafeden kendime bir latte ısmarladım.


 Bu yakışıklıyı puslu bir Edinburgh günü, haziran ayında açık bir Noel dükkânından almıştım. Kübra'yla beraber. Kübra, yani bir önceki yazıda evlenen arkadaşım. Alırken de, "Ayyy hayatımızda hep ellerinde paketlerle gelen erkekler olsun!" demiştik. (Kezban filtresine takılmadan pürüzsüzce yürüyebiliyorum bazen. Demek ki bu da öyle bir anmış. Neyse.. Sevgiler.) Figürün adını Aleksey koydum.

27 Kasım 2012 Salı

BİR DÜĞÜN GECESİ

Bilmem hangi departmandan son anda beklediğim sunum sebebiyle, cuma akşamı ofisi terk ettiğimde, saat 7 miydi neydi... Bu arada şirketimin paydos saatinin 5 olduğunun da altını çizeyim. Normal şartlar altında çıktığımda, 5.30 itibariyle market alışverişimi tamamlamış, ellerimi ofisin / sokağın / taksinin / marketin kirinden arındırmış, salondaki güzelim berjerimde öylece oturuyor oluyorum.

Bu cuma akşamı da marketten kaptığım birazcık mantı, bir kutu yoğurtla evin içerisine girmemle başladı. Kitap, film, Digiturk 423'te Yunan ezgileri filan derken, uyumuşum. Ertesi gün bir yağmur bir yağmur... Dün çektirdiğim fönüm bu gece beni idare eder. Paraya kıyar, caddeden bir taksiye atlar, Fatih'in yolunu tutarım. Niye Fatih'e gidiyorum? Çünkü üniversiteden arkadaşımın düğünü var. Altın almadım, yol üzerinde taksiciyi bir kuyumcunun önünde durduruveririm ne de olsa!..

Neyse giyindim kuşandım, mekân Fatih, düğün alkolsüz, hava yağmurlu. Dolayısıyla little black dress'imi pul bezeli siyah topuklu ayakkabılarım kurtarır diye düşündüm. Bindiğim taksi, Fatih? lafını duyunca, "Şimmmmdi oradan geliyorum, hayatta girmem. Manyak bir trafik var. Ben sizi metrobüse bırakayım." dedi. Bu noktada da herifin mız mız mız trafikten nasıl yakındığını, 10 TL'lik borcumu ödemek için uzattığım 50 TL'yi beğenmemesini ve bütün bunlar olurken dev bir küreği ensesine indirmemek için kendimi nasıl da zor tuttuğumu... Geçiyorum.

Elimde şemsiyem, pullu apartman topuk ayakkabılarım ve fönlü saçlarımla Mecidiyeköy'den bindiğim metrobüsle kendimi Edirnekapı'da buldum. Altın işi de hayli yalan olmuştu bu arada. Ama o sırada, yanımda altınımın olmaması, o kadar küçük bir detay ki... Hatta yanımda biri olsa, gel gitmeyelim ya! dese, caaanım arkadaşımın düğününü kaçıracak kadar da öfkeliyim. Bir sonraki sahnede, beni Edirnekapı'da birtakım üstgeçitlerden, merdivenlerden geçerken, şakır şakır yağmurun altında bir ceylan gibi sekerken görebilirsiniz. İETT otobüs duraklarını bulup Fatih otobüsüne atladım.

Evde iPad'in haritasının söylediğine göre, düğün mekânı, Yavuz Selim Camii'ne yakın bir yermiş. Otobüste çaresiz bakışlarım ve tekrar ediyorum pullu topuklu ayakkabılarımla Yavuz Selim Camii'ni sorduğum insanların hayret dolu nazarlarına gark oluyorum. Birkaç durak sonra indiğim yerde, dev bir cadde üzerindeyim. Şöyle diyeyim, evet dev bir cadde düşünün. Hmmm, Valikonağı Caddesi'nden geniş, Bağdat Caddesi'ne yakın.. Yan yana yan yana gelinciler, nişan tuvaleti satıcıları, gece elbisesi dükkânları, yan yana yan yana kuyumcular, Simit Sarayı (şu an bir sihirli değnek verseler ve dünyada hangi gıda zincirini kapatmak isterdin? deseler. Tabii ki Simit Sarayı!), yan yana yan yana sünnet kıyafeti satıcıları, Hac malzemeleri dükkânları, güllü tesbihler filan...

Evden çıktığım andan itibaren ilk kez güzel bir şey olmuştu. Hayat çok acayipti. 1 saatlik yolu 20 dakikada aldığım yetmiyormuş gibi, resmen 10'da 1 maliyetine gelmiştim! Kuyumcudan çıkıp mutlu mutlu (gerçekten mutluydum!) düğün mekânına doğru 10 dakikalık yürüme parkuruna başladım. O an, geçen sene Stradivarius indiriminden sırf manyakça parlak diye 50 TL'ye aldığım ayakkabının sağlamlığına + rahatlığına hayran kaldım!

Davetiyede söylenilenden yarım saat önce düğün yerindeydim. Geline sarıldım, damatla tanıştım, onlara geliş maceralarımdan söz ettim, yarı karanlık bir odada aynadaki aksimi inceledim. Evet, saçlarım biraz yağmurdan ıslanmış ve kabarmıştı belki; ama hiç de fena değildi! Gelinle damadı öpüp yerime geçtim. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımın keyfini çıkardım. Ne zaman ki düğün boyunca çektirdiğimiz fotoğraflardan 1-2 tanesini görme şansına eriştim, işte o zaman duru güzelliğimin bir kez daha farkına vardım. Artık patlayan flaşın saçlarımın ön kısmındaki minik minik kıvırcıları daha da belirgin hâle getirmesinden mi bahsedeyim, yoksa yağmurlu rüzgarı yiyen suratımdaki ebleh pembelikten mi.. Şüphesiz ki bilhassa akmış siyah göz makyajımla, gelinden sonra gecenin en güzel kızı bendim. :))))

13 Kasım 2012 Salı

BOL GÖRSEL KULLANALIM, PATLANGACI BİRAZ BÜYÜTELİM

Günler acayip geçiyor ve ben gün geçtikçe daha evcimen bir insan oluyorum. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum. Sanki dışarı çıkmadıkça, eğlenmeye gitmedikçe daha sıkıcı, boş bir insan oluyormuşum gibi. Geliyor. Bilemiyorum. Ama sağlıklı yemek yeme, makul saatlerde uyuma, kendine ve eve daha çok vakit ayırma konusunda, şimdiki gidişat kesinlikle daha iyi. Bakıcaz... Bir süredir neler yapıyorum: işe gidip eve geliyorum. Henüz 1 ay önce edindiğim Digiturk Plus'a diziler ve filmler kaydedip izliyorum. Irish Cream aromalı filtre kahveyle sade olanı karıştırıp french press'te demliyorum. Biraz sigarayı abarttım. Alkolü azalttım.


 1) Tutunamayanlar'a üniversite 1. sınıftayken bir şans vermiştim. O yıl, o kitapla, Oğuz Atay bendeki kredisini kaybetti. (Mezarında ters döndü şu an.) Bir kere kitap sıkıcıydı, TurgutlarSelimler vardı ve o kitabın, sırf kendini "cool" göstermeye çalışan ergenler tarafından pompalandığından fazla emindim. Veyahut hayattaki başarısızlığını ah tam da nasıl Oğuzcuğum Atay gibi "tutunamayan" olduğuyla açıklamaya çalıştıklarından filan...

Nitekim seneler geçti, ben büyüdüm. Derken okuma zevkine çok güvendiğim bir arkadaşım, (Güzel Ablam E. diye geçer bu sayfalarda) bana Tehlikeli Oyunlar'dan bahsetti. Kitabı 1 haftada bitirdim. Çok okuyan birisi için belki 1 hafta uzun bir süre... Ammavelakin ben Tehlikeli Oyunları, bence, en iyi şekilde içtim, sindirdim.

Okurken, bu adamın kessssinlikle BU kitabı 1973 senesinde yazamayacağı şeklideydi genel düşüncem. Kelimeleri, mizah duygusu, o kadar zamanın ötesindeydi ki... 2012 bile değildi, 2013'tü.
Bilmiyorum. Belki bu anlatımım size abartılı geliyor olabilir. Ancak, okumayı seviyor ve iyi bir okur olduğunuzu düşünüyorsanız, Tehlikeli Oyunlar'a geç kalmayın. Ben sonradan çok üzüldüm. Geç kaldığım için.

Sonrasında gittim koşa koşa "Korkuyu Beklerken"i aldım. Ama henüz başlayamadım. Elim gitmiyor. Nedenini, 2. madde açıklıyor.


2) 1.5 hafta önce Perihan Mağden'in son kitabı Yıldız Yaralanması sosyal medyaya ve internetlere bomba gibi düştü. Zannedersin ki Yıldız Yaralanması değil, PuCCa'dan Koca Bulma Rehberi!... O an herhangi bir dizi kadrosunda bulunmayan oyuncular kitapla birlikte verdikleri pozlarla popüleritelerini sıcak tutmaya çalıştılar. Ben de koşa koşa gittim aldım. Her ne kadar kapak tasarımına burun kıvırsam da, nitelik - nicelik ayrımına odaklandım. 1 minik şişe kırmızı şarap eşliğinde, bir cumartesi akşamı okumaya başladım. Pazar günü bitirdiğimde hayattan soğumuştum. Perihan Mağden'in bir zamanlar o çok sevdiğim cümleleri, kendi uydurduğu ama nasıl da güzel kesip-yapıştırdığı kelimeleri bana çok yavan geldi. Konu da.. Ondan hâllice... Ya Perihan Mağden kendini tekrar ediyordu ya da ben cidden büyümüştüm. Bilmiyorum.

Her neyse... Yıldız Yaralanması'nı 20 saatlik filan bir süre zarfında okuyup bitirdikten sonra, başka bir şey okumak istemedim. İlkokul 2'de müfredatın zoruyla yaz sıcağında Çocuk Kalbi okumuş, ardından okumaktan soğumuş çocuklar gibiydim. Teselliyi, iPad'in birbirinden saçma top patlatma oyunlarından birinde buldum.


3) "Bu arada yıllar da geçmiş hakikaten... Üniversite yıllarımda, D&R'daki Masumiyet Müzesi kulelerinden bir tanesini heyecanla çekip, Ankara'daki yatağıma uzanıp kitap okuduğum günlerin üstünde çok rüzgarlar esmiş, köprünün altından nice sular akmış. Şimdi, buradayım. Füsunların evinin önünde!.." diye kendi kendime KONUŞMADIM! tabii ki Füsunların evinin önünde dururken... Nicedir ertelediğim Masumiyet Müzesi gezimi, pazar sabahın köründe kendimi evden atarak gerçekleştirdim. 

Tek anladığım: Orhan Pamuk gerçekten manyak bir adam! Bir tutkunun peşinden gidip böylesi bir yatırım yapması, sadece kitap için değil, bir dönem Türkiye'sinin yaşam tarzıyla ilgili böyle manyakça bir sunum yapmayı tercih etmesi... Gerçekten deli işi! Ben en çok mutlu eden şeylerden bir tanesi de, birçok yabancı turistin müzeyi ilgiyle gezmesi ve çıkışta müze dükkanından Orhan Pamuk kitapları alması oldu. 

Not1: Üstelik, kitapla birlikte gittiğinizde gidiş ücreti ödemiyorsunuz. Ben sırf, müzenin damgasını kitabımda istediğim için, tuğla gibi kitabı Ankara'dan taşıdım.

Not2: Kitabı okuyalı çok uzun zaman olduğu için bazı detayları unuttuğumu düşünmüştüm. Ancak 1-2 ay önce edindiğim "Şeylerin Masumiyeti" adlı katalog çok işime yaradı. Bence Masumiyet Müzesi'ni sevdiniz ve müzeye gitmeye karar verdiyseniz siz de bir tane edinin.


Masumiyet Müzesi'nde en beğendiğim vitrin, "Füsun sandığım gölgeler, hayaletler" vitrini oldu. Sizin de favorinizi öğrenmek isterim doğrusu.

Ancak izmarit dolu duvarın önünde de nefesimin kesildiğini itiraf etmeliyim.

Gezinin en şahane yanı da müzeden çıkınca Çukurcuma'da girdiğim bir eskici dükkanında bulduğum şahane siyah beyaz fotoğraflar oldu. Sonra "Bu kadar eski püskülük yeter canım!" diyerek pardesümün üzerine konan bir katman tozu silkeleyip kendimi Kanyon'un soğuk granit bezeli milenyum mimarisine bıraktım.



4) Cloud Atlas'ı ne yalan söyleyeyim, hiç merak etmiyordum. (Hem zaten Hugh Grant şaşkın şaşkın / boncuk boncuk bakışlarıyla kimseyi de aşık etmiyormuş filmde kendine!) Nitekim Güzel Ablam E.'nin gazıyla, "İzlersek ancak sinemada izleyebiliriz!" motivasyonuyla filme girmeye karar verdik.  4'er fincan kapüçünoyu biletimizi aldıktan sonra içmeye karar verseydik, belki şu an size filmi nasıl beğendiğimi anlatabilirdim. Ama hayır. Çünkü narin popolarımızı kaldırıp, zemin kattan sinema katına çıkıp bilet alma gibi stratejik düşüncelerden ırak beyinlerimiz buna engel. Dolayısıyla Kanyon sinemanın ortasında, elimizde Friends With Kids isimli filme biletlerle, kalıverdik.

Friends With Kids'e gidin bence siz de!  Hayır şaka yapıyorum. İğrenç bir film. Çok sıkıcı. Sıkıldık. Hatta çıkışta "The Artist"i beğenmediği için sinema salonundan biletin parasını talep eden Demet Akalınmışçasına kavga çıkartmaya karar verdik. Ama bunu yapmadık tabii ki. Evlerimize dönüp uyuduk.Belki, Jon Hamm filmi kurtarır diye düşünüyordum; ama caaanım adamı, lokum gibi adamı, kurban olduğum adamı öyyyle bir harcamışlar ki filmde! Lanet olsun öyle filme! Lanet olsun Jon Hamm'i sümsük bir rolle eleyen yönetmene, lanet olsun Selçuk İnan'ı oynatmayan Abdullah Avcı'ya babam affedersin! (Hızını alamadı.)