30 Eylül 2011 Cuma

KAŞARLI DÜRÜM


Ben Cuma akşamı, akşam yemeğini Etiler Marmaris Büfe'de yiyecek, akabinde eve dönüp liseli kızlara hâllenen kart herifleri izleyecek kadın değilim.

Cuma akşamımın tek eğlencesi kâh Feriha, kâh BirÇocukSevdim ise; sebebi Cumartesilerimin gereğinden fazla dolu geçmesi gerektiğidir. Sabahtaaan, akşama.

Adını Feriha Godum.

26 Eylül 2011 Pazartesi

ÇOCUK YAPIN ÇOCUK YAPMALISINIZ ANNELİK ÇOK BÜYÜLÜ EVET

Bazı konular, bazı insanlarla ilgili ciddi sıkıntılarım var.

Toplantıdayız, konu nasıl oluyor bilmiyorum bir süre sonra geyiğe sarıyor. Toplantıya dahil olan kadınlardan biri, karşısındaki kadınları karşısına alıp, "Çocuk yapmak dünyanın en güzel şeyi. En muhteşem duygusu. Mutlaka doğurun." diyor. 

Bu bana inanılmaz düşüncesizce, eminim ki iyi niyetle, ama evet düşüncesizce verilmiş bir öğütmüş gibi geliyor. Karşımda oturuyorsun, iş harici bir arkadaşlığımız, teşrikimesaimiz yok ve sen gözlerini dikmiş bana, bir an önce çocuk sahibi olmam gerektiğini, gecikirsem çok zorlanacağımı, vs. vs. söylüyorsun. Sana, çocuk yapma planlarımdan, aman efendim yapsam mı yapmasam mı endişelerimden söz etmiş değilim. Belki fizyolojik durumum çocuk yapmaya müsait değil. Belki çok sevdiğim adamla evliliğin eşiğinden çocuk doğuramayacağım için döndüm. Hiçbir zaman anne olamayacak olmam beni çok üzüyor. Bunları bilmiyorsun. Bunları bilmeden, karşımda hâlâ bir an önce çocuk sahibi olmam gerektiğini, bunu aman aman mutttlaka tatmam gerektiğini filan...

Bu biraz şey gibi, annesi olmayan bir insana, 1 aydır görmediğin anneni ne kadar özlediğinden bahsetmek gibi. Bence. Ya da ben fazla hassasım. Ama hani, maddi durumu iyi olmayan birine, Prada'nın yeni koleksiyonunu nasıl gardrobumuza taşıdığımızdan söz etmiyorsak; bu da öyle bir şey aslında.

Bugün şunu düşündüm, gerçekten, karşımdaki bu konuda öyle ısrarcı ve gururlu konuşurken, yüzüme bir kuple hüzünlü bir tebessüm yerleştireyim ve, "Benim çocuk sahibi olmam mümkün değil ne yazık ki..." diyeyim. Kalakalsın. Kalsın ki öğrensin. Durumu abartıp birkaç damla da göz yaşı dökebilirim. Yaparım bunu.

Neyse ki beynimin ürettiği zevzeklikleri dilim tartarak işleme geçiriyor zaman zaman. (Çoğu zaman saçmalıyorum evet.) Yapmadım. Gülümsedim. Gülümsedik.

Neyse...

HAFTANIN SONU . . .


Şimdi Closer izliyorum bir yandan... Bu filmin nesini bu kadar çok seviyorum bilmiyorum. Belki adamlar güzel diye, belki kadınlar güzel diye, belki Londra çok güzel diye... Her şey güzel. Belki de, "Why isn't love enough?" cümlesi için...

Öncesinde de Moviemax Festival'de Coco Chanel & Igor Stravinsky aşkını izledik. Zaten Igor'dan öyle bombastik bir âşık olmamış, herif sümsüğün teki, bari Coco'ya daha fazla odaklansaymışız, daha fazla inci kolye, daha fazla Coco görseymişiz. Kadın, her sabah çalışanlarına saç, tırnak kontrolü yapıyormuş mesela. Uzun tırnaklı bir çalışan gördü mü, "Kes tırnaklarını. Çok bayağı görünüyor!" filan diyormuş. İzzet Çapa da mekânında çalıştırdığı garsonların koltuk altlarına terleme önleyici botoks yaptırıyor diye adama demediğimizi bırakmıyoruz. Neyse. İzzet seni seviyorum, Coco sana hastayım. Ancak şu an için sadece makyaj malzemelerine param yetiyor. Fashion's Night Out'ta yine ojesi peridotu denedim, ertesi gün oluşturduğum fokus gruptan hiç geçer not almadı. Ama umursamayabilirim. Emel Sayın ellerim ve ben... Tam bir Gossip Girl'üm. Her neyse.

Dün 17.00 sularında Haliç'ten çıktım, dedim ki Eminönü'nün oradaki köprüden Karaköy'e gelirim. Oradan Tünel'e biner, Şişhane'den metroya binerim. Allah canınızı almasın, orada iki ayrı köprü olduğunu tamamen unutmuşum. Üzerinde bindiğim köprü beni Şişhane'ye yürüttü. Ben de oradan Karaköy'e. Karaköy'den canım Tünel'e.

Saçma olan şu ki; Tünel'de asansöre binmişçesine yukarı doğru çıkarken, yanımda 2 adet türbanlı kız duruyordu. Biri sevgilisini aradı, ona sürpriz yapmak için karşıya geçeceğini, şu an Taksim'de olduğunu söyledi. Kapattıktan sonra, "Anlamadım ya, ben de bu çocuğun rahat olduğunu düşünüyordum. Ama Taksim deyince bir sinir oluyor. Anlamıyorum. Taksim'e gelmemi hiç istemiyor. Ne varsa Taksim'de?" dedi... 

"Hepimizin derdi aynı hemşirem!.." diyerek omzuna pıt pıt vurmak ve karanlığa karışmak istedim. Ancak ortam çok kalabalıktı. Bir yandan da diyaloğun komikliğine gülüyordum içimden. Akşam eve gidince ev arkadaşıma anlatayım filan... Bu arada bu muhabbeti geçiren kızla dipdibeyiz. Derken durduk, kalabalık dağıldı. Ve irkildim. Yuhanna, türbanlı kızın arkasında bildiğin ev arkadaşım DURUYORDU! Ben, "Oha kız ne çok benim ev arkadaşıma benziyo!" diye düşünürken, O da, "Ev arkadaşıma benzeyen bu kadın da kim?" diyormuş. Biz birbirimize "ev arkadaşım" diye hitap ediyoruz bu arada. İsimlerimiz yok. Bu arada, onun modern, laik bir Cumhuriyetçi gibi benden "kadın" diye bahsettiğini, benimse tam bir Tayyip Erdoğan gibi evlenmemiş kızlardan "kız" diye bahsettiğimi anlamış bulundunuz.



O kadar yorgunduk ki, oturup Tünel'de kahve içtik. (Bu arada buraya kahve içtik yazdığımı bir cümle sonra fark ettim. Kahve içmedik tabii ki, Bomonti'leri çaktık.) Çok sürreal bir andı. Sonra ben Kanyon'a, B. ve H. ile buluşmaya geldim. Obika'da kırmızıları aşk'a kaldırdık. Derken canım Sarah Jessica Parker'ın yeni filmi... Ah, filmi, ve filmdeki kadınla kendini özdeşleştiren salondaki kadınlardan bahsetmeyi çok isterim ama bu yazı fazla uzadı.

19 Eylül 2011 Pazartesi

POF

Dostum öyle bir şey ki;

Nasıl üniversite yıllarında yumurta kapıya dayanmadan beynim çalışmaya başlamıyor, başladığında da dünyanın en saçma ürünlerini çıkartıyorsam ortaya,

Böyle yaratıcılık gerektiren işlerde de bir türlü kendimi ona veremiyorum.

Mesela deadline'ı geçen Pazartesi olan iş için şimdi oturdum yazmaya,

Ama onun yerine kız blogları okuyor, "Fatmagül'ü izlesem" girişimlerinde bulunuyorum.

30 yaşındayım şu uğraştığım işlere bak!

Ne 30'u, şaka şaka, 25 daha.

Öfff 25.

Şuraya bir fotoğraf koyayım istedim,

En son bir dostumun müthiş 5taşını ve tektaşını yan yana taktığım elimi çektiğim fotoğraf dışında doğru dürüst bir şey bulamadım.

Love,
Richard

16 Eylül 2011 Cuma

Yalın'ı unutmak istemem. Yalın bir gün burayı okursa, "Beni unutmuş.." desin istemem.

Ki Sen, Bir tek sen eksiksin... Yalın, seni en çok bu şarkılarla seviyoruz. Kuruçeşme Arena'da konser vermeden evvel sen, biz Aşk Kafe'de içelim de içelim, Boğaz gri olsun, biz sana hazırlanalım istiyoruz. Demlenelim.

Şimdi de, "Anlat Güzel mi Oralar.."


Ben Efes değil de, Bomonti seviyorum artık.

Bomonti içtiniz mi hiç?!
Öncelikle Sezen Aksu'nun Unuttun mu beni'si müthiş! Tek geçerim. Sezen Aksu'yu hiiiiiç sevmem, ama bu şarkı için türlü suçlar işlerim. Bu bir!

2.'si, Ajda Pekkan'ın Yakar Geçerim'i nasıl beni benden alıyorsaaa,

Tarkan'ın Öp'üyle günüm güzel geçer!

Teşekkür ederim!

14 Eylül 2011 Çarşamba

BİR ŞİİR


Ofisten farklı saatlerde çıkıp, farklı çıkış kapılarını kullandık.
Yol boyunca ağzımızı bıçaklara bile açtırmamaya yemin etmiştik adeta!..
Bomonti'lerden alınan ilk yudumlarla rahatladı bünyeler...
Kazan'da konuşulanlar, Kazan'da kalmalıydı.

13 Eylül 2011 Salı

YALANCI BAHAR VE ZİYAGİL YALISI'NIN KALBİMDEKİ YERİ

Dostum E. ile bir süredir askıya aldığımız bir hafta sonu aktivitemiz var ne zamandır. Baltalimanı'na taksiyle iniyor, oradan Yeniköy istikametinde yaldır yaldır yürüyoruz. Sağdan soldan yalıları kesiyoruz, sonra kimilerine hayaller uyduruyoruz. Mesela şeker pembesi bir devasa köşkü gördüğümde ben, "..kocamın ailesine ait bir yalıymış orası.." hayal bulutuna giriyorum. Kayınvalidem, "Gel kızım bir el atıver bu köşkün dekorasyonuna" diyormuş. Ben de, anneciğim ne dersiniz? Bu yalıyı şeker pembesinden, bembeyaza devşirelim mi? diyormuşum. O da, "Aman Yarabbim! Ben 40 yıl düşünsem bunu akıl edemezdim. Nasıl da sadelikten büyük şıklıklar yaratan bir kadınsın canım gelinim benim!" diyormuş ve "Mersinli kızların böyle zevkli olduğunu söylerlerdi de inanmazdım." diye de ekliyormuş.

Bu yürüyüşlerin başında benim yegâne hedefim, en sevdiğim dizi karakteri & holding patronu olan Adnan Ziyagil'in yalısına yetişmek, oradan dönmek. Nitekim biz Tarabya Oteli'ni geçer geçmez kesiliyoruz. Sonra dönüşte Etiler'de mantı yiyip evde şarap içiyoruz. Dolayısıyla bu yaya hâlimle Ziyagil Yalısı'nın kapısını çalmak bize kısmet olmadı. Geçen sene Balıkçı Kahraman'a giderken araçla önünden geçtik; bir de ne görelim, o güzelim yalı sararmış, panjurları grileşmiş... İçindekiler de yalı da çok çekmiş, belli.


Sonra Temmuz ayında yine bir kez daha önünden araçla geçerken, yalıdaki değişim gözümden kaçmadı. Panjurlar yeşile boyanmış, yalı toptan bir bakıma girmiş. Hoşuma gitti. Ancak ne yazık ki bu gelişmenin ne türlü şeytanlıklara gebe olduğunu fark edemedim.

Geçen hafta dizi sezonunun açılmasıyla büyük bir sevinç yaşadım ve yeniden herrr şeyi izlemeye başladım. Çok mutluydum. Eve bilmem kaçta yorgun argın geldiğim umrumda değildi. O dizileri izlemeliydim!!!! Yaprak Dökümü'ndeki hatır hutur tonlamalarıyla dimağlarda yer etmiş Fahriye Evcen'le, tatlım Cansel Elçin'in dizisi: YALANCI BAHAR! Ev de tam Aşk-ı Memnu yalısı işte! O yeşil panjurların sebebi belli oldu!

 Arka planda muhtemelen Tesla yine bi işler çeviriyor?

İşte, zenginliğin sakil durduğu dizilerde bir mutsuz oluyorum ki sorma! Evin zengin hanımefendisinin saramış dişlerinden mi bahsedeyim, Fahriye Evcen'in 2000'ler başında bir dönem moda olmuş zincir saplı, ince uzun çantasından mı?!

Hadi kostümler bir basiretsizlik anında seçildi diyelim, Fahriye'nin 3 damacana saç spreyiyle sabitlenmiş katır kutur buklelerini ne yapmalı?! Sen bir Bihter değilsin Fahriye ve oyuncuyu olgun göstermek için saçlarını maşalamak çok eski bir Türk inanışı olarak kalmalı. Ki ben Fahriye Evcen'i ÇOK beğenirim. Bence müthiş bir güzelliği var; ama bu güzellik Avrupai bir güzellik değil. Dolayısıyla bu kadına öyle '90'lar stayla elbiseler giydirir, kaşını gözünü ayrı boyarsan; böyle Azerbaycan Televizyası sunucularına döner.

Ortada gezinen bir sevimsiz mi sevimsiz bir çocuk var ki; 2 esmer insandan doğan sapsarı bebelere hep önyargılı yaklaşmışımdır ezelden. Zaten çocuk, ne zaman ki, "Ben çocuk değilim! BEŞ YAŞINDAYIM!!!!" deyiverdi o titrek sesiyle, benim kafada birçok devre aynı anda attı. Pofff!

Dizinin en sevimli karakteri, inanır mısınız, Merve Sevi! Hem bukle Fahriye'den, hem de itici kocasından çok daha sevimli duruyor. Bu bir. Bir deeee, Cansel'le, Fahriye'nin sempatik kocası arasında geçen "Oxford'lu musunuz? Aaa! Ben de Oxford'luyum!" muhabbeti var ki; otur bileklerini kes.

İşin acayip yanı, nasıl bazı kıro kadın bloglarından doyasıya zevk duyuyorsam; bu tür, zenginliği uçsuz bucaksız bi' kitsch bulutuyla harmanlayan dizilerden de acayip zevk alıyorum. Yani bence, hepimiz bu diziyi izlemeli, sonra ertesi gün arkadaşlarımızla dedikodusunu yapmalıyız. Ciddiyim.

4 Eylül 2011 Pazar

SERTAB ERENER VE KANKALARI HAKKINDAKİ MÜHİM DÜŞÜNCELERİM


Sertab Erener'le ilgili ciddi sıkıntılarım var. Ne zaman başladı, bu sıkıntılarımı tetikleyen birtakım etkenler nelerdi, tam hatırlayamıyorum. Ama ciddi bir şekilde Sertab Erener'le bir uyum sorunu yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Öncelikle bu, Demir Demirkan'la yaşadığı olağanüstü müthiş yaşantıyı pompalamasından kaynaklanabilir düşüncesindeyim. Geçen sene Ayşe Arman'a verdiği röportajda sabahları çin çayı içip sevgilisi Demir Demirkan'la felsefi sohbetler yaptığını anlattığından beri, "felsefi sohbet" nedir merak etmekteyim. Bu bir... İkincisi ise, Sezen Aksu gibi, Sertab Erener'in de yavaştan bir "tabu" hâline getirilmesi, herhangi bir devlet konservatuarına gittiğinizde 500 benzerini duyabileceğiniz "ses"inin yere göğe sığdırılamaması. Bu, "Sertab ve eşsiz sesi!" dönümü ne zaman gerçekleşti hatırlamakta zorluk çekiyorum. Makber'i, muhtemelen abisinin CD dolabında bulduğu Buddha Bar albümünü kendine fon müziği yaparak söylediği dönemler olabilir. Tam hatırlamıyorum.

Ay bir de, herrr seferinde Demir Demirkan'la niçin hâlâ evlenmediklerinin sebebini "Devlet niçin bizim ilişkimizi onaylasın canım?" cümlesiyle açıklaması. Başşşşşştan aşağı klişe! Sanırım benim problemim şununla, farklı bir şey yaptığını düşünen insanların bu farklılıklarının defalarca altını çizmesi ve kendilerince farklı buldukları özelliklerinin birbirinden itici klişelere dönüşmesi. Tam anlatabildim mi bilmiyorum.

Örneğin,
"Evlenmeyi düşünmüyoruz. Biz zaten birbirimizi seviyoruz. Devlet niçin bizim evliliğimizi onaylasın yahu?" cümlesi, ilk kim tarafından söylendiyse, şüphesiz ki hayli cool bir açıklamaydı. Ve fakat, artık değil. Artık boş, şişirilmiş, klişelenmiş. Böyle bu.

Bilmem farkında mısınız, ben mesela, dünyanın en boş beleş insanı olduğum için bir süredir farkındayım: Sertab Erener ve arkadaş grubu gittikçe birbirine benzemeye başladı!

Sertab Erener, Demir Demirkan, Elif Şafak ve eşi, Sinan Çetin, Serdar Erener ve sevimli zevcesi Nil Karaibrahimgil. Bunlar ciddi ciddi birlikte takılıyorlar (bu arada bunu varsayımlara değil, röportajlara dayandırarak söylüyorum) ve birbirlerinden müthiş etkileniyorlar bence.

Sanırım hepsini Elif Şafak bozdu. Zira onun da söyleşilerde birbirinin aynı sorulara verdiği birbirinin aynı cevaplarda klişeleşmiş farklılığın o çürük kokusunu alıyorum!

10 günlük bayram tatilimi bunun gibi tespitlerle doldurdum.

3 Eylül 2011 Cumartesi

ANKARA


Tam 1 haftadır Ankara'dayım ve nasıl bastı anlatamam.

Hani Sex And The City'nin son sezonunda Carrie ve Rus sanatçı sevgilisi hoş bir ev partisine giderler. Orada Carrie'nin eski bir arkadaşı olan fazlaca "neşeli" bir kadınla karşılaşırlar. Neden sonra ev sahibesi bu "neşeli" kadının sigara içmesine izin vermeyince kadın, "O kadar sıkıldım ki ölebilirim!" der ve cidden, 70. katın penceresinden düşer! Ve ölür...

Bizim ev de hayli yüksekçe bir binanın, yüksekçe bir katında. Yani!

Sadece bir gececik, bir gececik, biri arasa, "Haydi gel şekerim. Bestekar'a inip, eski günleri yâd edelim!" dese, ben parfümümü sürüp atsam kendimi sokağa, rahatlayacağım. Ertesi gün taptaze hayatıma devam edeceğim. Ama yok...

Hayatım boyunca da ennn uyuz olduğum insan tiplemesi, "Ankara çok sıkıcı!"cılar oldu. Benim, şu an, o kadar arkadaşım yok ki Ankara'da, sıkılmak için gerekli ortamı yakalayamıyorum bile!

İstanbul'a vardığım an saçlarıma fön çektirip kendimi Kanyon'a atacağım.

Teşekkür-leeeer!