26 Temmuz 2011 Salı

BEN HARIS ALEXIOU İZLEDİM, ÇOK GÜZELDİ


Çocuk odalarımızın ve de banyolarımızın bitişik olduğu yan komşumuz, aylardır her sabah ben banyoda güne hazırlanırken, öğürtüleriyle günümü şenlendiriyordu. Ki gerçekten o öğürtü sesine, kusma efektine dayanamam; oracıkta ben de kusarım. Ne zaman ki bir gün, "Morning sickness olsa çocuk bugün ilkokula başlardı lan. Neler oluyor?!?!" hezeyanıma, U., "Öyle deme belki bir hastalığı vardır, kemoterapi filan görüyordur." cevabını yapıştırarak ben hayvanını bir nebze de olsun utandırmayı başardı; kadının da öğürtüleri kesildi.

Bir gün yemek yaparken tuzumuz bitmişti ve kendisinin kapısını çalarak biraz tuz rica ettim. Güleryüzlü olmasına rağmen kapının ardında paspal ev kıyafetini saklamaya çalışır gibiydi. Sağ olsun uzattığım çay tabağını tepeleme tuzla doldurmuştu. Bir süre onun verdiği tuzu kullandık. Sonra zengin olduğumuz için Dr. Mehmet Öz'ün önerisi olan deniz tuzuna geçtik. Neyse... İşte kadın hamile filan gibi görünmüyordu. Sadece biraz dostcanlısı olmaktan uzaktı. Lüks ve şaşaa dolu dostlukların merkezi Acarkent'te OLACAK İŞ DEĞİL!

Az önce banyoda günlük lenslerimi klozete atar, makyajımı çıkarırken yan banyodan bir bebek sesi duydum. Bu arada İstanbul'un bende yarattığı kafa karışıklığı no1: inleyen bir kedi mi yoksa huysuz bir çocuk mu bazen karıştırabiliyorum. Ama eminim ki yan banyodan gelen bir bebek sesiydi. Kadın hasta olmadığı, sadece sabah bulantıları biraz fazla uzun sürmüş bir anne olduğu için sevindim. Belki bi' çeyrek alır, kapısını çalarım. Bugün itibariyle çeyrek altın olmuş 150TL! O dakikadan itibaren muhtemelen kankası olurum, arada bir çocuğuyla ilgilenmemi filan ister. Ay ne şeker!

25 Temmuz 2011 Pazartesi

PERRR


Sıcakla ilgili ciddi problemlerim var. Temmuz ayında havanın "genelde" sıcak olduğunu bildiğim hâlde, sanki bir şey değişecekmiş gibi, havanın ne kadar sıcak olduğundan saatlerce bahsedebilirim. Cumartesi akşamı, bu arada benim üşütmelerden üşütme beğenip güne serumla başladığım günün ertesinde, ofisten birinin düğününe gittik. Bu arada ben gün boyu 3 kez duş alıp, yaklaşık 3 kez saçımı yaptırmaktan vazgeçtim. Kuyucumcuya yürümemek için altın takmanın çok da gerekli olmadığına kendimi inandırmaya çalıştım, filan.

Nitekim o saçı da yaptırdım, o altını da aldım arkadaşım. Gece sonunda kararım kesindi: mutlaka ve mutlaka kış aylarında evlenilecek! İsteyen tuvaletinin üstüne kürk giyip gelecek!

Ha bu arada, bir Roma'da, bir Paris'te, yok efendim bir New York'ta evlensem rahat ederim. Kocam kalpağını takar, ben artık Romanov gelinleri kafalarına ne giyiyorlarsa ondan bulmaya çalışırım. Olaylar gelişir...

20 Temmuz 2011 Çarşamba

ROCK'N COKE 2011


Madem elimizde davetiye var, niçin Rock'nCoke deneyimi yaşamıyoruz dedik. Evet. Beni bilen iyi biliyor, playlistinin tamamına hakim olmadığım sanatçılardan hazzetmem. Bu tür konser ortamlarından hoşlanmam. 3 şarkısını biliyor diye de konser konser dolaşan insanları anlamam. Neyse. Ama bir Moby'yi, bir Travis'i bir daha ne zaman görecektik yahu?!

Bi' kere ben, Hezarfen denilen köyün böylesi uzak olduğunu bilsem, bi' kere en baştan atlamazdım teklife. Olacak iş değil! Bitmeyen, karanlık yollar!........

İçeri girdiğim an, köylü rockçılar çevremi sarmıştı... Festivalde yere yatmanın mantığını anlıyorum; ama 4 bir yanın sarhoş ve ayakta duran insanlarla çevriliyken, ortam bu denli karanlıkken yere yatmanın mantığını anlayamıyorum. Arkada bin hektar sakin alan var, yatacaksan oraya yat. Rezalet diz boyu. Hayır, ezeceğim kafanı, kötü kadın ben olacağım sonra. Neyse.

Malum ben Travis'in konserinin başında dahil oldum ortama, Moby'nin bitmesine 2 şarkı kala çıktım. Dolayısıyla seyyar tuvaletlerle işim olmadı. O tuvaletlere muhtaç kalmak da istemem. Zaten bence o tuvaletleri kullanmakla, bulunduğun yerde kimselere çaktırmadan bırakmak arasında pek bir fark yok. Çok üstüne gelirlerse, "Ay bira dökmüşler üstüme yaaaaaaaağ!" deyip kıvırırsın. En nihayetinde herkes kokuyor. Açık havada kesif bir ter kokusu, aradan bir 20 dk geçtikten sonra doygun bir ayak kokusu duydum. Tüm gün çıplak gezdiği hâlde kokmak diye bir şey varmış.

Sene 2011, hâlâ sahneye çıkan ecnebi şarkıcı bize kendi dilimizde teşekkür ediyor diye sevinçten çıldırabiliyoruz.

Sevgiler,

18 Temmuz 2011 Pazartesi

POYRAZKÖY MÜÜÜ?


Fakülteden dostlarımla "madem tatile gidemiyoruz, en iyisi yakınlarda bir yere gidelim de havamız değişsin" aktiviteleri kapsamında Pazar günü öğleden önce kendimizi şirin ilçemiz Poyrazköy'de bulduk. Bu kararımızda hayli etkili olan EkşiSözlük yorumları bizleri umutlara gark etmişti. Tövbe Allahım tövbe. Rotterdam'dan sonra bulunduğum en çirkin mekânlar listesine en üst sıradan giriş yapabilir, POYRAZKÖY. Yani hatta bu hafta sonunu Tokat'ta filan geçirsem daha çok keyif alabilirdim.

Hava sıcak, yüzme odaklı gelmemişiz, hayallerimizde büyük ulu ağaçların altında pineklemek var. Tam da buna benzer bir yer bulduk. Çevremizde emmiler, teyzeler... Okey oynayalım dedik; ancak kahvecinin tavrı negatifti. Dışarıda okey oynayamazmışız, ama istersek kahvenin içinde çılgın atabilirmişiz. Hava 50 derece filan, karanlık & havasız & şark köşesinden hâllice bir odada okey oynamamız bekleniyor.

Dedik azıcık aşağılara inelim, neler var neler yok... Tarihi Çınaraltı Kahvesi diye bir yer bulduk. Tarihi Çınaraltı Kahvesi denildiğinde aklınıza büyük ulu bir çınarın gölgesine dizilmiş tahta sandalyeler, tatlı bir rüzgar, bakır kaplarda buz gibi ayran konsepti gelmesin... (Ha benim gelmişti, ondan söylüyorum.) Derme çatma bir büfenin önüne dizilmiş, tozdan grileşmiş beyaz plastik sandalyeler, kirli masalar, suratsız çalışanların avuçlayarak önünüze koyduğu pipetler... "Okey var mı?" Var; ama sadece şu gösterdiğimiz tentenin altında oynayabilirsiniz. Poyrazköy'ün geçmişinde OKEY'le ilgili birtakım kirli anılar mı mevcut? Google, "Poyrazköy okey yasa/k/ğı" aramaları merakımıza çare olmadı.

Serde mangal aşkı var... Diyoruz ki güzelce bir kendin pişir kendin ye bulduk mu havamız değişir, pirzolanın kömüre damlayan yağı bizi kendimize getirir. Daha evvelden de internetten burada kameeriyeler olduğunu, burada kendimiz pişirip güzzeeelce yiyeceğimizi okumuşuz... Tabii ki herkesin "kameriye" anlayışı farklı...

Lakin, "kameriye" adı altında da, toprağa dikilmiş 4 adet sopa görünce bu çirkin beldeyi terk etmek farz oldu. Güneşin altında, evden getirdiğimiz dev çarşafları o 4 sopanın üzerine örtüp kendimizce bir gölge alan yaratmamız; altında da doyasıya pişirip yememiz bekleniyordu. Arkamıza bakmadan kaçtık.

* * *

Ben arabada uyumuşum, gözümü açtığımda Polonezköy'deydim. Denizden uzaklaştığımız için midir, öğle güneşi azıcık uzaklaştığından mı yoksa ortamın daha yeşil olmasından mı bilinmez; hava sıcaklığı birkaç derece düşmüştü sanki... Veya açlıktan kanımız çekilmişti, birtakım konforlarımız geri planda kalmıştı. Her neyse...

Daha fazla uzatmayacağım. Obora Et Mangal'da, Çağrı pişirdi, biz yedik. Buz gibi biralar elimizde, kâh hamaklara uzandık, kâh ülkeyi kurtardık... Uzun zamandır ilk kez bu kadar güzeldik. Kilo kilo köfte, mis kanat. Bir ara Polonyalı folklorik kişilikler bahçemizi şenlendirdi türkülerle. Evladım Çağrı'nın Polonyalı kızlarla muhabbet çabası köfteleri tehlikeye attı.

Bir kez daha gitsem oraya, yanımda bir adet cezve, 5 fincan ve Türk kahvesi götürürdüm. Patron Polonyalıymış, mekânda Türk kahvesi yokmuş zira. Ha bir de, "Cezvelerin altı kararıyor." dedi garson. Patron Polonyalı; ama hassasiyet hard core Türk. Belli.

Dönüş yolu... Barış, "Hadi Rock'nCoke'a gidelim. Moby'ye yetişiriz." dedi.

İşte sevgili dostlar, İstanbul'un iki alakasız ucunda bir Pazar günü, böyle geçti...

RocknCoke'taki köylü rockçılardan başka sefere bahsederim...

13 Temmuz 2011 Çarşamba

AHH JÜLYET, NEDEN BU KADAR GÜZELSİN HÂLÂ...


Çok acayip.

Eat Pray Love izledim, daha sonuna gelmedim. Hatta Javier Bardem olaya dahil olmadı.

Paran pulun varken atlayıp birtakım ülkelerde benliğinin peşine düşmek ne kolay!..

Yoksa ben de çıkar gezerim. Kâh doyamadığım Roma'da, kâh tadamadığım Milano'da, biraz da anavatanım Paris'te... Düşerim abi benliğimin peşine. Yemek yerim, yeni ve güzel insanlarla tanışırım. Herkesle, her şeyle yeniden tanışırım yani. Züppe durmasın diye de görece biraz eski bir evde kalırım. Onu da "bohem" diye kakalarız.

Elinde Amerikan pasaportun var, kitaplar & oyunlar yaratan bir yazarsın ve Roma'ya 40'ından sonra gidiyorsan; sende ciddi bir problem var zaten.

Tabii ben bunları filmin karşısında 1 paket çekirdek çitlerken düşünüyorum.

Sevgiler

8 Temmuz 2011 Cuma

Öğle arasında Kankam T. bana "En son hangi kitabı okudun?" diye sordu. Hatırlayamadım. Resmen tam 2 aydır elime kitap almamıştım. Kitapları elime, Kanyon D&R'da, Akmerkez Remzi'de, klimalı mağazalarda alıyorum. Ve inanır mısınız? Evdekileri bitirmeden bu klimalı ortamlarda elime aldığım kitapları satın da alıyorum! Ama işte alışveriş merkezinden çıkınca, gün boyu güneş yemiş, havasız kalmış ve toz kokmuş eve girince tüm şevkim kırılıyor.

Dolayısıyla Ak Parti yazın kitap okumayı yasaklasın istiyorum. Ben okuyamıyorsam kimse okumasın... Sonra vicdan azabı çeken ben oluyorum.

Dergi mergi aldım eve. Bir adet NTV Tarih, bir adet KIRMIZI. Ay başından bu yana yemek masasında bardak altlığı olarak kullanılıyorlar... Belki bu akşam belki ev arkadaşımın Vogue'unu karıştırırım. Dolabımdaki birbirinden pahalı parçaları kombinlemeyi filan öğrenirim...

Yaz mevsimi niye var ya?! Tanrı aşkına söyleyin bana niye var? Nedir bu işkencenin temeli?
Yaz gelince yüzümde lekeler çıkıyor, ellerim şişiyor, saçlarım fön tutmuyor.

Müdürüm geliyo öptüm bays!

6 Temmuz 2011 Çarşamba

ET PUIS...

Sanırım şu an çevremde popüler kültürün altını üstüne getirebileceğim öyle çok insan var ki; buraya dedikodu yapmak pek işime gelmiyor. Kendi hâlimde başlı başına bir Twitter gibiyim. Aklıma ne gelirse söylüyor, paylaşıyor, geribildirimleri topluyorum... filan.

Ali Taran & Ayşe Özyılmazel birlikteliği... Dostum bu dedikodu sanırım bana 1 sene filan yeter HA?! Perşembe Cuma sadece bunu konuştum. Müdürümle toplantıya gidiyorduk, iki arada bir derede iş konuşmalarını bırakıp, "Eee?! Düğün hakkında ne düşünüyosun?" diyerek kendimi mahalle teyzesine bağladım. Gerek Twitter'dan, gerek medya sitelerinden herrr ayrıntıyı takip ettim. İçeri ajanlar gönderdim.

Hafta sonu 36 saatliğine Ankara'daydım. 36 saatin ilk 4 saatini ailece, kalanını ailece fakat annemsiz geçirdik. Babam, ben, kardeşim. Annem gidince evi tuhaf bir boşluk kapladı. Ev, evlikten çıktı. Anladım ki, anneme bir şey olursa dizi biter. Ciddiyim. Bu gerçek, bu hafta sonu benim kafama düştü.

Çok güzel günler de gelecek.

Gelecek inşallah.