18 Temmuz 2011 Pazartesi

POYRAZKÖY MÜÜÜ?


Fakülteden dostlarımla "madem tatile gidemiyoruz, en iyisi yakınlarda bir yere gidelim de havamız değişsin" aktiviteleri kapsamında Pazar günü öğleden önce kendimizi şirin ilçemiz Poyrazköy'de bulduk. Bu kararımızda hayli etkili olan EkşiSözlük yorumları bizleri umutlara gark etmişti. Tövbe Allahım tövbe. Rotterdam'dan sonra bulunduğum en çirkin mekânlar listesine en üst sıradan giriş yapabilir, POYRAZKÖY. Yani hatta bu hafta sonunu Tokat'ta filan geçirsem daha çok keyif alabilirdim.

Hava sıcak, yüzme odaklı gelmemişiz, hayallerimizde büyük ulu ağaçların altında pineklemek var. Tam da buna benzer bir yer bulduk. Çevremizde emmiler, teyzeler... Okey oynayalım dedik; ancak kahvecinin tavrı negatifti. Dışarıda okey oynayamazmışız, ama istersek kahvenin içinde çılgın atabilirmişiz. Hava 50 derece filan, karanlık & havasız & şark köşesinden hâllice bir odada okey oynamamız bekleniyor.

Dedik azıcık aşağılara inelim, neler var neler yok... Tarihi Çınaraltı Kahvesi diye bir yer bulduk. Tarihi Çınaraltı Kahvesi denildiğinde aklınıza büyük ulu bir çınarın gölgesine dizilmiş tahta sandalyeler, tatlı bir rüzgar, bakır kaplarda buz gibi ayran konsepti gelmesin... (Ha benim gelmişti, ondan söylüyorum.) Derme çatma bir büfenin önüne dizilmiş, tozdan grileşmiş beyaz plastik sandalyeler, kirli masalar, suratsız çalışanların avuçlayarak önünüze koyduğu pipetler... "Okey var mı?" Var; ama sadece şu gösterdiğimiz tentenin altında oynayabilirsiniz. Poyrazköy'ün geçmişinde OKEY'le ilgili birtakım kirli anılar mı mevcut? Google, "Poyrazköy okey yasa/k/ğı" aramaları merakımıza çare olmadı.

Serde mangal aşkı var... Diyoruz ki güzelce bir kendin pişir kendin ye bulduk mu havamız değişir, pirzolanın kömüre damlayan yağı bizi kendimize getirir. Daha evvelden de internetten burada kameeriyeler olduğunu, burada kendimiz pişirip güzzeeelce yiyeceğimizi okumuşuz... Tabii ki herkesin "kameriye" anlayışı farklı...

Lakin, "kameriye" adı altında da, toprağa dikilmiş 4 adet sopa görünce bu çirkin beldeyi terk etmek farz oldu. Güneşin altında, evden getirdiğimiz dev çarşafları o 4 sopanın üzerine örtüp kendimizce bir gölge alan yaratmamız; altında da doyasıya pişirip yememiz bekleniyordu. Arkamıza bakmadan kaçtık.

* * *

Ben arabada uyumuşum, gözümü açtığımda Polonezköy'deydim. Denizden uzaklaştığımız için midir, öğle güneşi azıcık uzaklaştığından mı yoksa ortamın daha yeşil olmasından mı bilinmez; hava sıcaklığı birkaç derece düşmüştü sanki... Veya açlıktan kanımız çekilmişti, birtakım konforlarımız geri planda kalmıştı. Her neyse...

Daha fazla uzatmayacağım. Obora Et Mangal'da, Çağrı pişirdi, biz yedik. Buz gibi biralar elimizde, kâh hamaklara uzandık, kâh ülkeyi kurtardık... Uzun zamandır ilk kez bu kadar güzeldik. Kilo kilo köfte, mis kanat. Bir ara Polonyalı folklorik kişilikler bahçemizi şenlendirdi türkülerle. Evladım Çağrı'nın Polonyalı kızlarla muhabbet çabası köfteleri tehlikeye attı.

Bir kez daha gitsem oraya, yanımda bir adet cezve, 5 fincan ve Türk kahvesi götürürdüm. Patron Polonyalıymış, mekânda Türk kahvesi yokmuş zira. Ha bir de, "Cezvelerin altı kararıyor." dedi garson. Patron Polonyalı; ama hassasiyet hard core Türk. Belli.

Dönüş yolu... Barış, "Hadi Rock'nCoke'a gidelim. Moby'ye yetişiriz." dedi.

İşte sevgili dostlar, İstanbul'un iki alakasız ucunda bir Pazar günü, böyle geçti...

RocknCoke'taki köylü rockçılardan başka sefere bahsederim...

Hiç yorum yok: