28 Kasım 2013 Perşembe

PİLAV

Stress eating denilen naneden pek haberdar değildim. Hani yani ben zaten iştahlıyım filan. Arada bir şirkette canım tatlı çeker, atarım iki tane kuru kayısı ağzıma... Bazen ağzımın içinde o Tadelle tadını hissederim, kuru kayısı kesmeyecektir, dayanamayacak gibi olursam gider alır 2 tane yerim. Tatlıyla ilişkimiz böyle. Ayıkken.

Ama işte yağlı yiyecek, karbonhidrat seviyorum. Bira patates, eve yorgun geldim birası, bugün cuma yeni de kitap aldım şarabı; bunlar bayıldığımız detaylar. Kızlarla toplanıyoruz kişi başına bir şişe şarap düşüyor, kurtlanıyoruz gittiğimiz yerde biralar gidiyor geliyor.

Neyse, 1 Mayıs'ta Gezi Parkı olayları patladı. Çiftlerin yatak odası duruldu, bekarların libidosu düştü, gidecek mekân yok, ben de kendimi spora sardım. Sporla beraber de bir sağlık fışkırması geldi tabii. Yaz boyu mutsuz olduğum iş yerimden çıkıp kendimi spor salonuna attım. Bir noktadan sonra, spinning dersinde sevdiğim bir şarkı çalarken, aslında sevdiğim bir barda sevdiğim bir şarkı çaldığında hissettiklerimin aynısını hissettiğimi fark ettim. Bu arada, o aralar ben de kendi içimde bir direnişteyim aslında. Kafamı kurcalayan şeyler birer birer sporla eridi gitti. Bazı kaslarım belirdi, kendime güvenim geldi, ruh hâlim yükseldi. Alkolü haftada 1'e düşürdüm. Yaşantım kendi kendine güzel bir döngüye girdi.

Bu arada zannetmeyin ki 34 beden taş gibi bir kadın oldum çıktım. Değil. Ama bir şeyler değişti. Hareketsiz kaldığım zamanlar, o ter atmayı, hocanın gösterdiği hareketleri her seferinde daha iyi yapmayı, ağır bir antremanın ertesi günü oturup kalkarken kaslarımın acımasını sever hâle geldim.

Yaz bitti, ben yeni işe başladım. Spor salonu iş yerime biraz uzaklaştı, ben hafta için en az 2 gün Levent'ten Osmanbey'e metroyla gitmeyi, Osmanbey'den Maçka'ya yürümeyi âdet hâline getirdim. Bu arada, o yol hiç de büyümedi gözümde, büyümüyor. Zira ofisten çıkar çıkmaz müziğimi takıp kendime bir alan yaratıyorum spor salonuna kadar. Kulağımda sevdiğim şarkılar, yürüdüğüm yollar Nişantaşı; deşarj oluyorum. Bir de ne yalan söyleyeyim, bazen gerçekten heyecanla gidiyorum "terlemeye". Bakalım bu derste ne yapacağız, bakalım spinning'de kaçıncı dakikada tıkanacağım, bakalım bugün sporda hangi ünlüleri göreceğim.

Hayatı boyunca beden derslerinden kaçmış, hareketten nefret etmiş bir patates olarak; kendi kendime şaşırdım.

N'oldu bilmiyorum. Yeni işle beraber ben pirinç pilavı sever oldum. Ki hayatım boyunca pilavların şahı bulgur pilavıdır benim için. Belki de sevdiğim tek sağlıklı şey. Ama işte öğle aralarında, ana yemeğin yanına koyulmuş bir miktar pilav bana inanılmaz mutluluk verir oldu. Öğle yemeklerinde yiyeceğim yemeğin yanında pilav olması önemliydi. Yeni iş yeri, yeni tipler, kendini ispat etme çabalarım, içimi kemiren her şeyin tek çözümü pilav gibiydi. Akşam yine spora gittiğim zamanlar oluyordu tabii; ama ah o saçma öğle yemeklerim olmasa!..

Bir de tüm o pirinç tanelerinin yarattığı suçluluk duygusu var. Üstelik pilavla da kalmıyor tabii ki. Sabahları anlamsız simitler, moralim bozuk latte'si, vs. Kendimi yalandan avutuyorum içten içe, "Bu bir dönem Merve. Kolay değil. Tabii ki hayatın boyunca pilavın esiri olmayacaksın!"

"Kendine çok yükleniyorsun." dedi iş arkadaşım. "Her şeyi 2 ayda bilebilecek bir insan kadar biliyorsun işte!.."  

Bu arada tabii dışarıya karşı hep çok mutluyum. Hep komiklikler şakalar, bakın ne de güleryüzlüyüm. Siz iş arkadaşlarıma, siz sevgili dostlarıma. Ama ağzına sıçayım zor lan! Bu benim ikinci iş yerim ve dengeleri öğrenmek, hatanı kabullenmek, çekinmeden sorabilmek zor. Hâlâ heyecanlanıyorum, hâlâ heyecanlanıyorum.

Tabii insan bünyesi durur mu, basar tokat gibi cevabı. Çenemde, alnımda saçma sapan isilik gibi sivilceler belirdi. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Aynalardan kaçıyor, basıyorum suratıma fondöteni. Önceleri, plazanın camları açılmıyor diyordum, anladım ki o camlar açılmıyorsa kimseye açılmıyor Nazan! Bırak saçma bahaneleri.

Doktor bir arkadaşımla konuştum, "Gitme dermatologa filan. Belli işte içine attın, sıkıntı yaptın. O da böyle böyle çıktı işte." dedi. O gün spora giderken Osmanbey'den Maçka'ya kadar ağladım. Spor sonrası soyunma odasında ağladım. Duşa girerken ağladım, duştan çıkınca, "İnsanlar bakıyo, kalanını evde ağlarım." diye kendimi susturdum. Eve gittiğimde ağlamam geçmişti.

Ertesi gün sivilcelerim sönmeye başladı. Saçmalık.2 hafta önce çenem kıpkırmızıyken, sanki 3 günde hepsi söndü gitti.

Şimdi tek dileğim: şu pilava sarılmalarım bitsin, "Bugün nasıl geçecek?" simitleri son bulsun, mutluluğu tam yağlı süte latte'de aramanın anlamsızlığının farkına varayım.

Çok hoş olur...

26 Kasım 2013 Salı

YUMUŞAK

2 gün boyunca üst üste 9 bölüm Gossip Girl izleyince, yeni aldığın yumuşatıcının çamaşırları gerçekten yumuşattığına hayran kalmak tuhaf kaçıyor. Ama öyle. Yumoş'un yeşil şişede, üzerinde creations yazan, nilüfer ve yasemin aromalı olduğunu iddia eden mamulü o kadar güzel kokuyor işte! İstanbul'a taşındığımdan bu yana, "Yumuşatıcılar aslında kıyafetlerin rengini solduruyor, üstelik evim hiç de annemin yıkadığı çamaşırlar gibi kokmuyor!" diye söyledim durdum, aradığım yumuşatıcıyı tesadüfen buldum. Bu arada, Gossip Girl'de her türlü sevinci, zaferi şampanyayla kutlamalarına imreniyorum tabii... Dur diyor, lafını bitirme ben bize bi' şişe şampanya getireyim.

Sabaha karşı (bazen sabah) eve döndüğüm gece çıkmalarının akabinde de buzluktan sucuk çıkartıp erimesini bekleme, bu sırada bir duş alıp kendine gelme kısmında da şaşırıyorum kendime en çok. Dün gece öyle oldu, böyle oldu, şunlarla karşılaştık, bunlar eklendi gruba, vs. Dün gece hoparlörün üstünde dans ediyordum, şimdi yarı erimiş sucuğu dilimlemeye çalışıyorum. O çocuk kimdi sahi? Kendimi yanında çok iyi hissetmiştim. Ama kendimi, yanında gerçekten çok iyi hissetmiştim.

Kendimi yanında iyi hissetiklerim var, bir de yanında gerginlikten çenemi kapatamaz kadar istediklerim. Bu noktada Ajda Pekkan devreye giriyor, "Hayatta her şey senin, istediğin gibi olmuyor."

Ajda Pekkan da bu yaşında yalnızlıktan kediye, köpeğe, hayvan mezarlıklarına kafayı takmış bir kadın sonunda. Tövbe yarabbim.

Kalbini kıran bir adam için üzülmek mi, yoksa seni sevdiğinden emin olduğun bir kız arkadaşının kalbini kırmasına üzülmek mi daha beyin oyalayıcı bilmiyorum. Sonuçta bir adam için çok üzüldüğünde, sana gönül kapısını açan yine kız arkadaşındır. Kız arkadaşın seni üzdüğünde kime gideceksin?

Hem zaten, nilüferin kokusu olur mu Allah aşkına?

12 Kasım 2013 Salı

FİLİZ

"Bir töre dizisinde marabalarına laf söyleyen, konaktaki çalışanlarını domine eden, öğleden sonra ahretliğine çay içmeye giden, efendime söyleyeyim eve döndüğünde hasımlarından birini vurdurma emri veren yaşlı kadın" gücü olsun istiyorum bende. Çok şey mi istiyorum?

Yaş geçiyor, biyolojik saat işliyor diye bir şey var. Henüz benimki tiklemeye başlamadı. Çevremde de öyle biyolojik saatiyle haşır neşir pek kadın yok. Ama biyolojik saatiyle teşriki mesai içinde bulunan birtakım erkekler var, en çok ona şaşırıyorum.

Güzel okullarda okumuş, güzel okullarda master yapmış, iyi bir şirkette güzel paralar kazanıyor. Geçiyor karşıma, "İstiyorum." diyor. Beni değil tabii ki, başka bir kadını nasıl istediğinden / kadının bunu nasıl da geri çevirdiğinden dem vuruyor. Nasıl da benzer aile kökenlerinden geliyorlarmış, nasıl da benzer iyi okullarda okumuşlar. Düzgün bir kızmış, kendisi ne kadar düzgün bir erkekse... Akıllı bir kız diyor, iyi bir yerde çalışıyor. NEDEN OLMASIN YANİ?

Hırs mı yaptın sen bu kızı? diyorum. Hayır; ama olmaması için bir sebep yok, diyor. "Yani sonuçta ikimiz de düzgün insanlarız, ailelerimiz benzer, akıllı bir kız, iyi bir yerde çalışıyor." Kızın CV'sini print alıp çekmecesine koymuş mu bilmiyorum. "Onu istiyorum çünkü çok gülüyoruz beraber. Onu istiyorum çünkü onunla vakit geçirmekten mutluyum. Çünkü onun yanında hiç sıkılmıyorum. Onu istiyorum, çünkü en çok onu güldürmeyi seviyorum." gibi cümleler yok. Bu gibi cümleler fazlaca ütopik. Çoğunlukla kızın CV'si üzerinden ilerliyoruz işte. Kızın liderlik skill'lerinden, sonuç odaklı olmasından, ha bir de düzgün bir aileden geliyor olmasından, vs. Household'una "partnır" arıyor herif, bunun da sevgi / tutku olduğuna inanmamı bekliyor. Benim değil, daha çok kızın inanmasını. Kadın da aptal mı, değil işte. Adamın ne dokunuşu dokunuş, ne sevgisi samimi geliyor. Belli.

Sohbetin bir yerinde, bin yıllık kırığına geliyor konu. Yazları kısacık kaçamaklar yaşadığı, teninin kokusunu ezbere bildiği kadına... Kızın her türlü gelişimine tanık olmuş, nihayetinde her ikisi de büyümüş. E, neden onu değerlendirmiyoruz? diyorum, onu bunca isterken?

"Olmaz onunla ya, olur mu, olmaz ya.. Ne bileyim olmaz işte."

Bir yerlerde bazı kadınlar sırf adama olan zaaflarından, karşılığında hiçbir şey beklemeden kendilerini açıveriyorlar. Taktik, strateji dinlemeden. Hayatı boyunca o adamın aklından çıkmayacak kadınlar... Sanki o adamlar sırf sonrasında benzer kökenlerden gelen kadınları kendilerine eş alıp, hayatları boyunca sıkıcı brunch'lardan sıkıcı süpermarket turlarına sürüklenebilsin diye.

5 Kasım 2013 Salı

EVLİ ADAMLAR (DÜZ BAŞLIK)

Yaş ilerledikçe, "evli adamlar" diye bir kitle de dahil olmaya başladı tabii ki halkaya... '92'li kızlar nasıl benim hedef kitlem olacak adamların hedef kitlesiyse artık, ben de birtakım evli adamların hedef kitlesi olabilirim bittabii.

Adamla hasbelkader tanışıyoruz barda, birilerinin aracılığıyla. Dolayısıyla adam hâlihazırda benim çevremde aslında. Öyle yan bistrodan sarkıntılık etme durumu yok yani... Elinde içkisi, konuşuyor, şaka yapıyor, flört ediyor, övgü dolu sözler sarf ediyor, bir içki ısmarlamak istiyor. Evli olduğunu biliyorum. Evli olduğunu bildiğimi biliyor. E ama işin içinde hiç de şeytani durumlar da yok zaten.

Zaten benim de, adama o an ilk görüşte âşık olmadıysam eğer, kendimi yanında en rahat hissettiğim erkek grubu olmalı bu grup. Çok büyük ihtimalle gece boyunca dokunmaz, gereksiz samimiyete girmez, kesinlikle rahatsız etmez, ben gittikten sonra cep telefonu numaramı arkadaşlarımdan istemez, ertesi gün Facebook'tan arkadaşlık talebi göndermez, vs.

İşte ama bir adım atsam, devamı gelecek yüzde yüz... Bu elektriği de veriyor... Sonra, onun gözünde ilk adımı atan ben olacağım. Ya da tam tersi: sen ne biçim adamsın, sana mı kalmış bana içki ısmarlamak, hem neden beni güldürmek istiyorsun? Şakalarını sadece karına yapsana sen! desem, diyecek olsam; anında "Ay herkes benden hoşlanıyo!" triplerine girmiş bir Türk kızı damgası yiyeceğim. Türk kızı damgası yemekten ölesiye korkan bir Türk kızıyım, çevrem de Türk kızı damgası yemekten korkan Türk kızlarıyla dolu.

O an, "Adam benden çok hoşlandı, ay ay ay benden çok etkilendi." tuzağına düştün mü yandın. Herif, sırf kendini hâlâ çekici, hâlâ arzulanabilir hissedebilsin diye oynadı oyununu, sen de bir şekilde oyuna katıldın.

Sonra vay efendim evlilik çok kutsal, vay efendim aile kurmak çok büyülü.

Tiplerine soktuklarım...

3 Kasım 2013 Pazar

TURKUAZ ELBİSENİN GETİRDİKLERİ

Bari şunu yapayım dedim, bir şeyler yazayım ki bundan 2 sene sonra okuduğumda kafamda bu günlerime dair bir şeyler belirsin...

Tuhaf bir şekilde, hayatımın huzurlu bir dönemindeyim galiba. Galiba mutluyum. Çünkü mutlu olmamam için bir sebep yok. Elif, genel ruh hâlimdeki yükselişin spordan kaynaklandığını söyledi. O, böyle deyince ertesi gün spora daha da hevesli gittim. Spor güzel bir şey. Şiir okumayı sevmek gibi, rakı içmek gibi, spor da hayatıma BU yaşımda (27) girdi. Şiirden ve rakıdan ne kadar memnunsam, bundan da o kadar memnunum.

30 Nisan 2013'te, Elif'le beraber Nişantaşı'nda Sofa Otel'de bir müzayedeye gittik. Amacımız Münif Paşa'nın koleksiyonundan "müzikli sandalyeyi" alabilmekti. Üzerimde yeni aldığım, sırtı açık, önü dümdüz turkuaz bir elbisem vardı; sandalyeyi kaçırdık. (Sandalyeyi kaçırmamızın o gün o elbiseyi giymemle bir alakası yok tabii ki) Hezimetimizi çıkışta House Cafe'de yudumladığımız şaraplarla unutmaya çalıştık. Ertesi gün 1 Mayıs'tı, iş yoktu; gün de salı günü diye kendimizi bittabii ki Off Pera'da bulduk.

O gece ben, alkolün ve ortamın da etkisiyle, mesaj atmamam gereken bir adama mesaj attım. Saat 3.00. Kafam çok güzel. Kitle güzel. Turkuaz elbisem güzel. Bu güzelliği beraber paylaşalım istiyorum. Çok mu? Alkollüyle atmadığım mesajlar beni cennetin en nezih muhitlerine mi yerleştirecek? Yazdım, yolladım. Mesajın içeriği kısa ve net: "Hadi off"*

*Demek istiyorum ki, "Ben Off Pera'dayım ve çok eğleniyorum. Haydi sen de Off Pera'ya gel."

Mesajıma tabii ki cevap gelmedi! Ertesi gün ben Yiğit'e bu olayı anlattığımda şu tepkiyi verdi, "Merve, sen adama Gülşen'in son albümünden bir şarkının sözünü yazmışsın. Adam da haliyle sana başka hangi Gülşen şarkısıyla karşılık vereceğini düşünüyor. Hâlâ bulamadı."

Bu benim o gece attığım "Hadi off" mesajı bir süre aramızda geyik oldu yürüdü. Şu an çalıştığım yerden teklif beklerken, "``Hadi off´´ diye mail at istersen İnsan Kaynakları'na, belki cevap yazarlar?" teklifinde bulunan da yine Yiğit'ti.

Ya da Yaşar Gaga'nın Off Pera'da DJ'lik yaptığı perşembe akşamları, herkesi Off Pera'ya çağıran kucaklayıcı tweetlerini okuduktan sonra, "Olm gece gece milleti Off Pera'ya çağıran bi' sen varsın, bi' de Yaşar Gaga.." diye terbiyesizleşen bazı ablalarım da oldu.

Mayıs sonu muydu neydi, Barış'la beraber Kral TV Müzik Ödülleri gecesine teşrif ettik. Giyecek bir şey bulamadığım için son anda turkuaz elbisemde karar kıldım. Geceyi de şurada bir yerde anlatmıştım. Her neyse, o gece biriyle tanıştım ben. O zamanlar gündemim tamaaamen başka yönlerde olduğu için pek ilgimi çekmemişti. Gel zaman git zaman biz aylar sonra adamla ufaktan flörtleşmeye, birbirimize sempatik "İyi geceler" / "Günaydın" mesajları göndermeye başladık, mesajlaşmaların gelişme / birbirimizi tanıma aşamasında adam bana, "Seni ilk gördüğümde üzerinde mavi gibi yeşil gibi bir elbise vardı." dedi. Bunu olumlu bir işaret olarak algılayıp, GO dedim. Ben GO deyince, tabii ki karşımdaki beni cepte sayıp tüm gücüyle etrafına (başka kadınlara) testosteron saçmaya devam etti. (Belki bu başka bir yazının konusu. Şaka şaka, yok be ne zaman ayıracağım elin adamına.)

Aynı turkuaz elbise, 30 Ağustos'ta Zeynep'in doğum günü yemeğini müteakip gittiğimiz başka bir barda da üzerimdeydi, aylar evvel Siyad Ödülleri'nin after party'sinde tanıştığımız bi' çocukla yeniden orada karşılaştık. Jestleriyle, "Elbisen çok yakışmış." hareketi yaptıktan sonra tam bir centilmen gibi bana viski ısmarlayıp gitti. Enteresan bir geceydi. (O jesti nasıl yaptığını kelimelerle burada anlatabilmem biraz zor.)

Dün gece yine bilin bakalım neredeyim? Asmalı'da Off Pera diye bir açılmış, oradayım. Dışarıda sigara içerken müdavimlerden Beşir ve arkadaşıyla laflıyoruz. Beşir'in arkadaşı sordu: "Sen bi salı gecesi mavili yeşilli bir elbiseyle gelmiştin buraya, di mi?" 

Ben şaşkınlıklar içerisinde "Ha? Aylar oldu, çüş. Evet?" filan derken, adamın tekine "Hadi off" diye attığım mesajı hatırlarken; çocuk bombayı patlattı: "O RENK SANA HİÇ OLMAMIŞTI YALNIZ! O ELBİSEDEN VAZGEÇ BENCE." 

Vay Memed, adam ne tutmuş içinde... Aylarca içinde bekletmiş, diye düşünürken ben, serseriye o elbiseyle çektirdiğim fotoğrafımın Instagram'da nasıl da 8YÜZ LAYK aldığından dem vurdum, gurur yaptım.

Elbise de işte bu. Zannediyorum tek sezonda miadını fazlasıyla doldurdu. Bir de takdir edersiniz ki kuru temizlemeye gide gele biraz örselendi. Yoruldu.

Bir pazar günü Gazi Koşusu'nda halkı selamlıyorum.


12 Eylül 2013 Perşembe

EYLÜL'DE GEL


Eylül geldi mi, geldi. Beklenen telefon geldi mi, geldi... Yalnız o telefon gelene kadar ben ne bekledim, ne çektim, ne genç kızlıklar yaptım belli değil. Bir noktadan sonra, şirket hattımdan özel hattımı arayıp, telefonumun çalışıp çalışmadığını! bile kontrol ettim. Zannedersin 2 gün önce birlikte olduğum çocuğun aramasını bekliyorum.

Hoşlandığın çocuğun aramasını beklemekten daha acı verici bekleyişler de varmış; birtakım İnsan Kaynakları insanlarının aramasını beklemek! diye bir tweet yazdım kafamda, göndermedim. Malum, hâlihazırda bir yerde çalışırken bu tür çılgın tweet'ler atmak zor.

Nitekim 2009 senesinde stajyer olarak girdiğim şirketin kapısından 10 Eylül tarihinde en umursamaz hâlimle çıktım. Geldiğimden beri, iş bile arayamaz, başka bir yerde çalıştığımı düşünemez, kafam karışmasın diye görüşmelere bile gidecek cesareti bulamazdım. Demek ki artık tutunamadığın ilişkiyi kafanda bitirmek gibi, senin için bittiğini düşündüğün işini de öylece bırakıveriyorsun. (Bilirsiniz, en ufak şeyleri bile aşka bağlamayı severim.)

Şimdi Merve Ç. yeni sezonda başka bir yerde... Daha ciddi, daha az riskli, daha topuklu...

Yangın merdiveninde içilen sigaraları, her sabah saat 10.30'da içtiğimiz kahveleri özleyeceğim elbet. Ama o içilen kahvelerin eşlikçileri de o şirketten ibaret değil nihayet.

Bakalım önümüzdeki bölümlerde kahramanımızı nasıl maceralar bekliyor?

Göreceğiz.

11 Eylül 2013 Çarşamba

sanki tüm yaşamımız, ne yaşadığımızla değil de "nasıl düşündüğümüz"le ilgili...
üzülüyorum, üzüntüden geberiyorum; aldığım cevap, "ama negatif düşünüyorsun?"

negatif hissediyorum anasını satayım. negatif!

ne yapayım?

5 Ağustos 2013 Pazartesi

SN MŞGLSN CNM GLBAA .S.S

Birtakım beklemeler içindeyim, öylece bekliyorum.

Yaz mevsimini hiç sevmem. Yaz başında sezon finali yapıyorum ben, yazın büyük değişiklikler yaşamayı, efendime söyleyeyim aşk yaşamayı, birileriyle tanışmayı reddediyorum. – Hıhım, kışın aşktan aşka koşuyorum çünkü! (Eve git, işe gel, arkadaşlarınla buluş, spora git.) Dolayısıyla neyi, kimi, kim için beklediğimi bile bilmeden, Eylül'ü bekliyordum. Neyse Allah Baba benim bu umarsız bekleyişimi gördü de, önüme hakikaten beklemeye değen bir şeyler koydu. Bekliyorum.

Bu arada fantastiş bir 4 günlük Çeşme kaçışım oldu, Bayram’da Mersin, Ağustos sonu Yunanistan; Eylül’e bir şey kalmadı.

Dün 1-2 hayalimi paylaştığım biri, bana, “Bak, bunların hepsini bir yere yaz işte Merve!” dedi.

Yazarsam, sonra onları birileri okursa, çok utanırım diye düşündüm. Bir de yazarken de yazdıklarım çok anlamsız gelebilir gözüme. Harflere dökülünce anlamını yitirebilir. Aklımda, kalbimde daha güzel işte. Tam da uyku öncesi, olması gereken yerde!

Sonra görüşürüz.

30 Nisan 2013 Salı

STOKER'I İZLEDİM:


şu kırıtmalara bak, şu kırıtmalara!

Şimdi ben son zamanlarda, 1-2 aydır filan… Hayatımın en güzel günlerini yaşamıyorum, tamam mı?  Kendimi başarısız hissettiğim, bir şeyleri elimde tutmaya çalıştıkça yere düşürdüğüm, kolumu masanın sivri kenarına çarparken çıplak ayağıma minik bir lego parçasının battığı günler yaşıyorum. Ne kadar tatsız olduğumu anlatabildim mi?

Önceden program yapma gibi lükslerim de yok oldu. İşte çıkabilirsem spora, işten çıkabilirsem sokağa… Son dakikada kendime “sosyalleşme badisi” bulmak da ayrı bir iş. “Napiyosun?” “Müsait misin?” “Bir şeyler yapalım mı?” “Şarap mı içsek?” 

Neyse Cuma günü saat 8 oldu, ağladım – ağlayacağım. OFİSTEYİM! Eve gidip bir tencere makarna yapıp, üstüne 8 paket ton balığı döküp, bunu 1 şişe ketçapla harmanlayıp yemek geliyor içimden. Ama hayır Rocky! Depresif kadınların kendilerini dondurmaya / kolaya / cipse adayıp, kilo almadan o evreyi sorunsuz atlattığı bir Hollywood filminde değiliz. Yiğit’i aradım, Kanyon’daymış. Ben de mutluluğu SOSA'nın antrikotunda, bir kadeh kırmızı şarabında ararım.

Böylece ne zamandır 4 gözle beklediğim STOKER’ı da izleme fırsatı bulmuş oldum. Chan Wook Park’tı, aylardır bekliyorduk, en son ben I’M A CYBORG’u izlemiştim, oysaki STOKER’dan bi OLD BOY çıkar gibi sanki heyecanıyla film başladı, bi ara Yiğit bana dönüp, “Yönetmen çok mu Emrah filmi izlemiş, ne dersin?” diye sordu.

İşin acayip yanı, Yiğit, filmi sevdi de, benim beynimden “Amca, baba yarısıdır Emrah ;) ;)” diyen Nuri Alçolar, efendime söyleyeyim “Bacım gelin olmadan, topuklu ayakkabı giymesin! :(((” diyen Emrahlar gitmedi… Filmi, farklılaştıracak tüm detaylar yönetmene ait detaylardı, bence onun dışında senaryonun vs. pek bi numarası yoktu. (Chan Wook Park Güney Kore’deki malikanesinde kahırlanıp içkisinden bir yudum alır şu an…)

Kendinize iyi bakın, görüşürüz.

29 Nisan 2013 Pazartesi

DOT | ALTIN EJDERHA



DOT
’la tanışmam 2 sene öncesi bir Mayıs ayında gerçekleşti. Ya da sanırım Mayıs’tı… En azından benim kadar tiyatroya önyargılı Güzel Ablam E. ile Hacıosman Bayırı’ndaki KOLEKSİYON mağazasının önünde kurulan çadırın içinde FESTEN’i izlemiş, kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştik. Sorun şu: ben tiyatronun o eski, tek plan gösterimini biraz sıkıcı bulurum. Tiyatronun o diyaframdan gelen “teatral”liğini rahatsız edici bulurum. Oyuncuların mimiklerini görmek isterim. Vs.

Neyse, FESTEN’de ise en öndeydik, oyuncuların nefes nefes kalışlarını, kavga sahnelerinde ağızlarından yere damlayan salyayı, birbirlerinin boğazlarına sarıldıklarında giysilerinin hışırtısını hissettik. Kalabalık ve coşkulu bir oyundu, dışarıda başladı, içeride devam etti. Biz de oyunun bir parçasıydık. Çok güzeldi.

Tabii ki oyun öncesi KOLEKSİYON’dan aldığımız espressoları yemyeşil bir alanda, caaanım KOLEKSİYON marka fincanlarla yudumlamak da müthişti. Gerçekten o güne dair sadece 3 şey hatırlıyorum: Hacıosman Bayırı’nda koca binayı bulmakta ne çok zorlandık, oyun ne müthişti, o fincanlardan birer espresso birer latte içmek ne güzeldi!

O günden bu yana hep aklımda, FESTEN’i bir de annemle izlemek vardı. Zira kendisi tiyatroyu çok sever ve bu tür bir “yeni akım tiyatro” tarzının onu çok heyecanlandıracağından emindim. Ne var ki Festen bir daha oynamadı. Biz de her ne kadar ne zaman konusu açılsa “Bir daha mutlaka yine yeniden gidelim!” dediysek de bir daha DOT’a uğrayamadık.

Geçen hafta annem İstanbul’daydı. DOT’un sahnesi de benim üye olduğum spor salonuyla aynı binada: G-Mall’da. Hazır denklemler bu kadar uygun yerleşmişken, tabii ki son dakikada “ALTIN EJDERHA”ya bilet almak farz oldu.

O kadar etkilendim, o kadar üzüldüm, hıçkırıklarım o kadar gerizekâlı gibi boğazıma dizildi ki; bir ara sadece öksürebildim. Ben küçükken de böyleydim. Ailemin yanında tam bir domuz olduğum için hüzünlendiğim herhangi bir film / dizi / şarkı için ulu orta ağlamazdım. Konuyu / Kanalı filan değiştirirdim. Ne Şeker Kız Candy’de Anthony öldü diye, ne Süper Baba hapse girdi diye… vs.

Yani, gösterimi bitmeden, bence ALTIN EJDERHA’ya gidin. Sonra çıkışta G Mall’daki Pop Up Kafe’de şarabınızı yudumlayın. Ben gönlümce ağlayamadım, biraz da oyuncuların dikkatini dağıtırım filan endişesiyle… Siz gerekirse birkaç sıra arkaya oturun, gönlünüzce ağlayın.

DOT’u son 1 senede neden bu kadar ihmal ettim, hâlâ anlayamadım.

16 Nisan 2013 Salı

KIYMALI KAŞARLI

"Gündüz vakti evde olmak ne güzel!" instagram'ı...

Bir hafta içi gecesi ve saatler 3’e yaklaşıyor. Yakın bir arkadaşımla içeride takılmaktan sıkılmış, en sevdiğimiz barın kapısının önündeki merdivenlere oturuveriyoruz. Yanımızda 50’li yaşlarında 2 adam. Önce laf atıyor birisi, dili dönmüyor alkolden. (Ben inanılmaz ayığım çünkü!) Neyse ben gıcık oluyorum adama, galiba o yaşta bize asılabilme cüretine sinirleniyorum. Sohbete nasıl devam ediyoruz bilmiyorum; adının Hikmet olduğunu öğrendiğim adam, yanındaki adamı göstererek, “Mesela benim 20 yıllık hayat arkadaşım İlyas…” gibi bir cümle kuruyor. İlyas’ın kendi kadar entelektüel olmadığından dem vuruyor; ben, dünya üzerinde yaşayan en yaşlı “eşcinsel” çiftle az önce tanışmış olmaktan şaşkın…

Asilik, rakçılık, emoculuk, efendime söyleyeyim mini etek sevgisi veya Justin Bieber tutkusu nasıl belli bir yaşa kadar sürecek şeylerse, “gay” olmak da sanki bir noktada bitiverecekmiş gibi bir algım varmış demek ki benim de!. Ne kadar saçma! Ne saçmayım!

Entelektüel adam vs. O kadar da entelektüel olmayan adam ilişkisi ilgimi çekiyor, alkolün verdiği de taşkınlıkla, Hikmet Abi’ye, “Siz şiir seviyorsunuz; ama İlyas Bey sevmiyor değil mi?” diyorum. Hikmet Abi, “Ayyynen öyle!” diyor.  “Ama”, diye ekliyor, “Bu yıllar boyunca çok şiir okudum, en beğendiğim şiir İlyas’ın benim için yazdığı şiirdir.” İlyas’ın kendisi için yazdığı şiiri okuyor, kelimelerini seçemiyorum, dili dolanıyor. Ama mutlu işte! Birisi, Hikmet Abi için şiir yazmış.

Haftalar sonra, yine aynı bardayım. Sigara molası için dışarı çıkıyorum. Dev topuklu ayakkabılarım buraya pek uygun değil. Ama Kral TV Müzik Ödülleri Çilesi’nden zar zor buraya attım kendimi, mazur görün. Oturuverdim barın önündeki merdivenlere, İlyas ve Hikmet Abiler orada… 2 selam sabah. Curt diye bir genç kız oturuyor yanıma, İlyas Abi benimle tanıştırıyor: “Kızım. Benimle çalışıyor.”

Kız benden 2 yaş büyükmüş. Bir kızı da Hikmet Abi’nin varmış üstelik. O benimle yaşıtmış. Vay Memet yahu, diyorum, millet ne babaların travmasını yaşıyor, yaşamış! İçeri girdim, çıktım. Hikmet Abi yalnız. Ben de arkadaşımı kaybettim, nerede merak ediyorum. Hikmet Abi’nin yanına çöküverdim; İlyas’ı sordum. “Kız gelince… Gitti işte. Kızı gelince… Hiçbir şey aynı olmuyor. Gidiyo musun?” dedi.

- Hiç gitmek istemiyorum. Ama arkadaşım çok istiyor. Ama sanırım beni bıraktı gitti. Bulamıyorum.

“Arkadaşın gidelim diyorsa, git. Burada 2 şarkı fazladan dinlemeye değmez. Git, durma.” diyor.

Yanımdaki bilmem kaç yıllık üniversite arkadaşım olmasa çok romantik bir andayız belki… Zaten, “Pislik, beni beklemeden bindi mi acaba taksiye?” endişelerim de tüm romantizme engel. Ne, bar kapanmadan 2 şarkı daha dinleme keyfini uğruna feda edebileceğim biri olmadığı gerçeği, ne de evine tek başıma nasıl döneceğim korkusu… Midem gurulduyor, basıp gitmeseydi şu pidecide bi’ kıymalı kaşarlı bölüşürdük gerçi.

15 Nisan 2013 Pazartesi

ARAR, ARAAAR!



Jelatin.hanim@gmail.com adresine yorumlar düşüyor, onaylamam için. İyice boşladığımı arka arkaya gelen İngilizce spam yorumlardan anlıyorum. İşin tuhafı öyle yazabileceğim muhteşem gözlemlerim, can alıcı deneyimlerim de yok! Ben de belki buraya 1-2 ekmek çıkar diye kalktım sizler için Kelebeğin Rüyası filminin gala gecesine katıldım.

Bu tür geceleri seviyorum; ancak sonrasında düzenlenen after party’ler beni hep daha çok heyecanlandırıyor. Evet, gösterim öncesi spotların altında “hmm şunun bacağı da kalınmış, bunun da boyu kısaymış, ay bu bilmem hangi dizide emlakçılık yapan herif aslında pek bi’ coolmuş?” muhabbetleri yapabiliyorsun. Ama after party’ler hep daha celebrity ağırlıklı oluyor. Gözlem denizlerinde boğulabiliyorsun. O, TV’den fırlamış, kırmızı halıda kırım kırım kırılan insanların 2 kadeh sonrasındaki sakil hâllerine tanık olabiliyorsun. Benim gibi alkollü gecelerde insanları izlemekten çok hoşlanan birisi için muhteşem bir ambiyans!.. 

Her neyse… Haftalar öncesinden bu gecenin kesssinlikle yılın en bomba etkinliklerinden biri olacağından emindim. Zira film çok iddialı, işin içinde BKM var, Kıvanç Tatlıtuğ var, Mert Fırat var.

… diye yazmışım. Kim biliiiiiir, ne zaman. Şimdi ofis çekmecemden davetiyeden kalan kartonu çıkardım, baktım: 19 Şubat’ta gitmişim bu galaya. Yazıyı da herhalde 2 gün sonra filan yazmışımdır. Bu arada o gecenin ertesinde 1 hafta boyunca sağ ayağımın üstüne basamadım ben.  Sonra doktora gittim, “Tarak kemikleri arası bıdılar ödem yapmış.” dedi. “Tarak kemiklerinin arasına 250 TL sıkışmış cnms.” deseydi daha açıklayıcı olabilirdi. Haftalarca yaptığım topuklu ayakkabı diyetimi, birkaç hafta önce Ayşe’nin doğum günü yemeğinde bozdum. Ayşe’nin ilk kez tanışacağım arkadaşlarının yanında tavuk gibi düz çizmelerle takılamazdım herhalde! Bizim de bir havamız var.

Ben hep Mert Fıratçı oldum, bilirsiniz. Ancak şu hayatta, “Kıvanç Tatlıtuğ ışığı” diye bir şey varmış! Adam, bildiğin ışık saçıyor. Küçük prens büyüyünce böyle bi çocuk olacakmış gibi.. O gece deliler gibi eğlendik. Hayatımda katıldığım en güzel after party’lerden biriydi. İçkiler su gibi aktı. (Normalde 2. saatin sonunda içki biter. Şanslıysan bardan paranla alırsın ne içeceksen.) Hatta bi ara sigara molasına dışarı çıkacakken, Yılmaz & Mustafa Erdoğan kardeşleri oturup muhabbet ederken gördüm. Allahtan, “Kesenize bereket Yılmaz Ağbiiiiiiiii ^_^” demedim. Nasıl demedim, ona da şaşırıyorum şu an esasen. Normalde alkollüyken dünyanın en saçma sapan şeylerini dünyanın en normal şeyiymiş gibi söylemek gibi bir huyum da vardır. İşte bu da beni ben yapan tatlı bir özelliğim. Tişikkirlir.

Neyse… Bu tür ambiyansların da ertesinde insan kendini bir mutlu, bir acayip hissediyor. Hani ünlülerle dolu dev bir rüya görmüşsün gibi. Oha lan diyorsun, dün gece Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ ile bir partide eğlendim. Kenan Doğulu ve Beren Saat 3 adım ötemde öpüşüyolar mıydı? Neydi? Gökçe Bahadır neydi öyle, hahahaaha, bilmem kim bilmem kimi nasıl da vantuzlarcasına öpmüştü. İğrençti… Gibi… Sonsuz bir dedikodu denizi… Günlerce köpürt de köpürt.

Bir de bir anda gündemin değişiveriyor tabii. “Ayyy arar mı? Aramaz mı?" diye düşünedurduğun bir adam var mesela, birden yok oluyo beyninde. Komik, sabah uyanıyosun, “Öeeh s.kerim ya, ben dün gece Mert Fırat’la Kıvanç Tatlıtuğ’la aynı partide eğlendim. Aramazsa aramasın yavvvşak!” diyosun. Hani sanki herif aramasa, akşamına Kıvanç Tatlıtuğ arayacak! İnanılmaz bi hafiflik, gün boyu kendini nefis hissediyosun. Kızlarla saatlerce dedikodu dedikodu… Sonra akşamına arıyor yavşak herif. Yine aklın karışıyor. Tövbe Yarabbim. Neden böyle şeyler oluyor?

O değil de... Kıvanç Tatlıtuğ beni arar mı acaba?

8 Şubat 2013 Cuma

27

Nitekim ben doğum günlerinde büyük toplanmalar tertip etmeyi, o gün sırf senin doğduğun gün diye birbirinden alakasız insanları bir araya getirmeyi, insanları o gün orada bulunmaya mecbur etmeyi pek istemezdim. Öyle de dedim! Yok biz 1-2 kişi yemek yeriz dedim, güzel ablam E.’ye… Sonra Z. ve erkek arkadaşı Tolga da gelir dedim. Biz bize yemek yeriz. Nereye? Tabii ki de Arnavutköy’de canımızın istediği bir balıkçıya…


Tabii ki caaanım arkadaşlarım benden gizli e-mailler döndürür, fısır fısır buluşmalar ayarlarmış. Nasılsa güzel ablam E. İle biz bizeyiz diye, önce uyuyakaldığım sonrasında da Yalın şarkıları dinleyerek hazırlandığım için 1 saat gecikmeli katıldığım doğum günü yemeğimde, birbirinden tatlı 8 arkadaşım masada bekliyordu. Üstelik son anda elinde uçan balonlarla bir görünüp, bir kaybolanlar bile oldu.

Zaten bana Arnavutköy Balıkçısı’nda geçirdiğim her akşam doğum günü, her rakı-balık masası bir şölen. Ha bu arada, rakı da içebiliyorum, artık. Bir 2012 kazanımı olarak: rakı.

Demem o ki, 27 iyi geldi, güzel geldi… Sonra bir de ertesi gün neden bilmiyorum; ama GS – BJK maçını locadan izledim :/ Hayatımda ilk kez o kadar çok insanı bir arada gördüm. Maç izlerken döner – ekmek filan yedim. Acayipti. Bu da böyle bir anımdı.

Bakalım bu yeni yaş kahramanımıza ne maceralar yaşatacaktı?

Dadan-dan-da-dan!

9 Ocak 2013 Çarşamba

ŞİİR

Bak şimdi 2012 geldi geçti. 2012 iyiydi, teşekkür ederim. Ne istediğimi, neyi istemediğimi, nasıl istediğimi; daha iyi anladım. Şimdi 2013 dileklerini kendine anımsatma zamanı.

27 Ocak'ta 27 yaşıma basacağım. 30'a ne kaldı? 30 olunca da... Ne oluyorsa!..

Bak, bir karar verdim. Daha kibar bir insan olacağım. Artık eskisi gibi, LÖM LÖM konuşmayacağım. İnsanları kırmayacağımı düşünerek, aklımca şaka yollu, ama kulağa sert gelen şeyler söylemeyeceğim. Kadınlarla, erkeklerle iletişim kurarken, daha nazik, daha kibar olacağım. Anlaşılmaz şakalarımı kendime saklayacağım. Çok içimde kalacak gibi olursa Twitter'a yazacağım, oraya yazamayacağım daha cinsel içerikli şakaları SMS'le yakın bir arkadaşıma göndereceğim. Ciddi sound eden şakalarımı ÇOT! diye söyleyip karşımdakinin yüz ifadesini seyre dalmayacağım. Haddimi bileceğim. Tamam mı? Tamam.

Tüm bunları yapabilmek için, içimdeki kibar, beyaz fırfırlı elbise giymiş, omuzları güneşte bronzlaşmış tatlı kadını ortaya çıkartmak için de kendimce bir yol buldum. Gülmeyin: ŞİİR OKUMAYA BAŞLADIM.

Turgut Uyar'la başladım. Çok komik, çok zeki, extremely cin bir adam. Ammavelakin içimde bir şeyleri çok da gıdıklamadı. Gıdıklayanı buldum. Cemal Süreya. Okuyorum. Hadi bakalım. "İkimiz birden sevinebiliriz. Göğe bakalım." (T.U.) -Tam da bu son 2 cümleyi yazdım kitabın kapağına.

Cemal Süreya, evet içimde bir şeyleri gıdıkladı. Senelerdir solurcasına seyrettiğim tüm romantik komedilerden farklı bir etki yarattı. Onun o erotik komedi satırları bana iyi geldi. Biraz içime kapandım.