Google imaj'larından blog fotosu yapmak da sooo tacky be hafız!Madem 28 Ekim yarım gün, (o da niyeyse? ertesi gün katılacağım kortej / yürüyüş vs. için provalarım mı devam ediyor? Hemşirelerin ve izcilerin önünde ben! tüm ihtişamımla! Cumhurbaşkanı'nın önünde yürüyorum!) - ki bu noktada muhtemelen ne'den bahsettiğimi unuttunuz. Madem 28 Ekim yarım gün, bu yağmurlu günü niçin uzun zamandır ve hatta tam 1 senedir çok istediğim bir şeyi yaparak değerlendirmeyeyim? dedim. E.'yi de ikna ettim, önce dolmuş, ardından tramvay yoluyla kendimizi Kapalıçarşı'nın kollarına attık. Baktık açlıktan bayılmak üzereyiz, araya taraya, sora sora Havuzlu Restaurant diye bir yer bulduk. (Bu arada Küçük Sırlar dizisinde yalı çapkını / özel kolejlerde eğitim görmüş, köklü bir aileden gelen Sinem Kobal, "restoranT" diye telaffuz ediyor bu kelimeyi. Avamlığın Boğaziçi - ODTÜ mezuniyetiyle BİLE geçmeyen bir şey olduğunu evvelinde tecrübe etmiştik. Ki zaten önceki episodlarda babayne'si de gittikleri restoranTTTTa garsona, "Sizin özel bir spesiyaliniz vardı?" deyivermişti. Melekler Korusun adlı bir dizide yıllarca pastoral ve çirkef bir yaşlı teyzeyi canlandıran bir oyuncuyu 2 hafta sonra zengin, soylu bir yalı kadını olarak cast'lamanın da anlamını çözebilirsem mutlu olacağım. Yaşlı kadın oyuncu kalmadı zahir...)
Neyse Havuzlu Restoran'da biz yemeklerimizi filan İtalyan moda ikonlarıyla, İspanyol aileleri ve Fransız karizmalarıyla yedikten sonra, hooop kahve. Sonra hooop pırlantalar, altınlar, kürkler... Lakin yolda giderken hep,
"Kaybolalım Kapalıçarşı'da, yön duygumuzu kaybedelim. Tadı daha iyi çıkar!" gazlamalarıyla birbirimizi FAZLA ateşlediğimizden midir nedir, kendimizi niyeyse mütemadiyen aynı dükkanların önünden geçerken buluyoruz. Ah yine Atatürk desenli halı, aa aynı gümüşçü, aynı bi'şeyci... Derken ara sokaklardan birinde, kalpakçı görüyoruz. Modernize edilmiş, Türkleştirilmiş kalpaklar... Kulaklı mulaklı, yarı kalpak, yarı pilot şapkası veriyor satıcı çocuk E.'ye.
"Bakın bu daha uygun kızlara.." E., aynadaki yarı Tanya, yarı Sabiha Gökçen aksini incelerken, ben
"Yani şöyle Çarlık Rusya'sı stili bir kalpak arıyoruz!" diyorum. Çocuk bir adet
Yeniçeri şapkası gösteriyor, mankenliğini kendisi yaparak. Çocuğun suratına mı patlatayım kahkahamı, saklayıp dışarıda mı savurayım derken, yine atıyoruz kendimizi sokağa. Üzerimizde böylesi bir turist gamsızlığı, her yanımız Evropalı, biz de kim bilir hangi Avrupa şehrindeyiz!
Günün ganimeti ise: incecik bir altın yüzüğün tepesinde güzelliğimi ve asaletimi simgeleyen bir inci.
Şüphesiz ki görsel şölen namına ne varsa, Kapalıçarşı - Mısır Çarşısı arasında yürünen yolda var. (Ki sonradan öğrendiğime göre ismi Mahmutpaşa'ymış) Suratı yağmurdan ve çamurdan kararmış çocuk mankenler, şirinlik olsun diye bıyık çizilmiş çocuk mankenler, müthiş gelinlikler ve tuvaletler, (kimin satın aldığını asssla bilemediğim), maksimum seksapel ve gösterişte nevresim takımları... Boynundan ip geçirilip tavana asılan bebek manken ise son noktaydı ve o da tüm haşmeti ve korkunçluğuyla blogumu terörize ediyor görüldüğü üzere.


Ne mutlu ki Mısır Çarşısı'na girdiğimiz anda, Mahmutpaşa'da kaybettiğimiz Evropai cemaate yeniden kavuştuk. 100 gr vanilyalı siyah çay, 100 gr da gül çayı alarak geziyi sonlandırdık. Boynumda müthiş eşarbım, çantamda mis kokulu çaylarım, incili yüzüğümle Asmalı'da ayaklarımızı dinlendirdik. Hatta ben, deri çizmeden yağmur yemiş ve derinin boyasından simsiyah olmuş ayaklarımı... Ertesi gün kahvaltımı ettikten sonra paramı harcadığım ilk şey, bir çift yağmur botu oldu.